Sağlık Bakanımız Prof. Dr. Kemal Memişoğlu’ na makamında hayırlı olsun ziyareti gerçekleştirdik, yeni görevinde başarılar dileriz.
Felçli Hasta Mucizeyi Denizli’de Buldu
Fas’ın Kazablanka kentinden tedavi için Denizli’ye gelen 3 senelik felçli hasta Mezlane Muhammed, beyin by pass ameliyatından sonra yürümeye ve konuşmaya başladı.
Fas Berberilerinden olduğu ve 3 sene evvel inme sonucu felç geçiren ve vücudunun sağ tarafı tutmayan 58 yaşındaki felçli hasta Mezlane Muhammed, Fas, Fransa ve İspanya’da uygulanan tedaviler netice vermeyince Denizli’ye geldi ve özel bir hastanede ameliyat edildi. Türkiye’de ilk defa uygulanan teknik ile 10 gün önce beynine by pass cerrahisi uygulanan hasta, tedaviye kısa sürede yanıt verdi. Ameliyattan sonra yavaş yavaş konuşmaya başlayan, ayağında ve kolunda hareketlenme gözlenen Muhammed; fizyoterapist eşliğinde yürümeye başladı.
“Amerika’dan tavsiye ettiler”
Eşinin refakatinde hastanede kalan ve fizyoterapi süreci devam eden Mezlane Muhammed, ameliyattan sonra hızla iyileşmeye başladığını belirterek, yeniden yürümeye ve konuşmaya başladığı için çok mutlu olduğunu söyledi.Hastaneden yapılan açıklamada “Hastamız 3 yıl önce büyük bir inme geçirmiş ve sol beyin ana hareket merkezini besleyen damar tıkanmış. Erken dönemde; Fas, Fransa ve İspanya’da sağlık merkezlerini dolaşmış. Kendisine kan Sulandırıcılar ile anti ödem tedaviler uygulanmış. Cerrahi operasyon yapılmamış. Bize geldiğinde tekerlekli sandalyedeydi. Yürüyemiyordu ve konuşamıyordu. Genç inme olduğu için ileriki yaşlarda yeniden inme geçirme riski vardı.
“Yüzde 36 Şansı Vardı”
Kendisiyle bütün artılarını eksilerini konuştuk. Yapılacak operasyonun kendisini bir sonraki inme atağından % 90 oranında koruyacağını söyledik. Motor fonksiyonlarını yeniden kazanma açısından da % 36 oranında şansı olacağını ifade ettik. Hasta bu şansı denemek istedi. 10 gün önce bypass ameliyatını yaptık, çok da iyi sonuç aldık. Ameliyattan sonra şaşırtıcı bir şekilde çok hızlı yanıt verdi. Yavaş yavaş konuşmaya başladı. Bacak fonksiyonlarını tamamen toparlayarak fizyoterapist eşliğinde yürümeye başladı. El ve kollarda da çok ince hareketler başladı. Bu bizim için çok önemli. İyi ve uzun bir fizyoterapi ile el ve kolları da günlük fonksiyonlarını yapacak duruma gelebilir.” dendi.
KAYNAK: akishaber.com.tr
Kızılay Kan Bağışı Faaliyet Raporu
13/06/2022 Pazartesi günü hastanemizde sosyal farkındalığı sağlamak ve bağışçı sayısını arttırabilmek için KIZILAY tarafından bağış etkinliği oluşturulmuştur.
Faaliyete başta çalışanlarımız olmak üzere; hasta ve hasta yakınlarından toplam 23 kan bağışı, 1 kök hücre bağışı alınmıştır
Organ Bağışı Farkındalık Programı Faalı̇yet Raporu
Denizli Pamukkale ilçe sağlık müdürlüğü organ bağışı birimi tarafından hastanemizde Organ Bağışı Farkındalık programı gerçekleştirildi.
Gün boyunca zemin katta stant açılarak tüm servis ana bankolarına gidilerek eğitimler verildi.
Tüm gün devam eden programda Organ Bağış Birimi tarafından toplam 13 yeni donör alındı.
HoLEP ile Prostat Cerrahisi
İyi huylu prostat büyümesinin cerrahi olarak çıkartılması temelde üç ayrı şekilde yapılabilir. Bunlar rezeksiyon (kesilerek çıkarılması), vaporizasyon (buharlaştırma) ve enükleasyon (adenomun kapsülden sıyrılarak çıkarılması) olarak sıralanabilir.
Rezeksiyon tekniklerinde değişik enerji kaynakları kullanılabilir, örnek olarak unipolar ve plazmakinetik-bipolar TURP ya da lazer enerjinin kullanıldığı HoLPR verilebilir. Vaporizasyon yine lazer ya da elektrik enerjisi(PVP) ile yapılabilir. Enükleasyon ise özellikle büyük prostatlarda (>80 gr) klasik olarak açık cerrahi teknikle yapılırken son yıllarda lazer veya bipolar elektrik enerjisi kullanılarak kapalı yolla gerçekleştiriliyor.
Holmium yttrium-aluminum-garnet (HoYAG) 2140 nm dalga boyuna sahip bir lazerdir. 3-4 mm derinliğine kadar inebilen enerji ile hem kesme, hem koterleme hem de buharlaştırma yapılabilir. Genellikle 2-2,5 J ve 20-50 Hz ile 80-120 W lazer enerjisi kullanılarak uygulanır. HoLEP sırasında penisten endoskopik bir alet yardımı ile girilerek 550-mM lazer probu ile prostat adenomu kapsülden sıyrılarak 2-3 parça halinde mesane içine atılır ve mesane içinde morselatör adı verilen parçalama ve vakum özelliği olan cihazla adenom küçük parçalara ayrılarak vücut dışına alınır. Bu ameliyat tekniğine HoLEP adı verilir.
HoLEP Yönteminin Avantajları Nelerdir?
Diğer cerrahi tekniklerle karşılaştırıldığında;
HoLEP prostatın büyüklüğünden, kan sulandırıcı tedaviden ve geçirilmiş TURP öyküsünden bağımsız olarak;
- Daha güvenlidir.
- Daha etkilidir.
- Daha kısa sürede sonda çekilir
- Daha kısa hastanede kalınır.
- Daha az komplikasyonu vardır.
- Daha az yeniden girişim gerektirir.
Özet olarak; HoLEP en az TURP, açık prostatektomi ve diğer lazer tedavileri kadar etkili, daha az komplikasyona ve daha kısa hastanede kalış süresine sahiptir. 21.yüzyıl da altın standart tedavi haline gelmektedir.
HoLEP Yönteminin Sonuçları Nasıldır?
HoLEP prostatın büyüklüğüne göre ortalama 90 ila 150 dakika süren bir operasyondur. Uzman doktor tarafından uygulanan HoLEP cerrahisi sonrası ortalama olarak 1-2 gün kateterli olarak hastanede kalınır. Genellikle 2. günde sonda çekilip kişi evine gönderilir.
HoLEP komplikasyonları:
HoLEP sırasında kan transfüzyonu gerektiren kanama açık prostatektomi ve TURP yöntemine göre çok daha az görülür. Kan sulandırıcı kullanan olgularda da güvenle HoLEP yapılabilir.
HoLEP sonrası idrar yapamama (mesane fonksiyonu normal ise) söz konusu değildir.
Prostat tamamen alındığı için kişilerde özellikle ilk haftalarda damlama ya da idrarı kontrol edememe durumuna rastlanabilir. Bu durum kişiden kişiye göre değişir. Uzun süre sondalı kalan, hareket etmeyen, nörolojik hastalığı veya şekeri olanlarda daha sık görülür. Bu şikayetleri önlemek için pelvik taban egzersizleri özellikle önerilir. Bazı hastalarda şikayetler geçmezse ilaç tedavilerine başlanabilir.
İdrar yolu enfeksiyonu, üretral darlık, mesane boynu kontraktürü TURP ile karşılaştırıldığında sırasıyla %0,7, %2, %1,1 olarak bulunmuştur. Üretra ya da mesane boynu darlığı < 50gr prostatlarda, operasyon öncesi uzun süre kateterli kalanlarda ve uzun operasyon süresi olanlarda daha sık görülür.
En korkulan komplikasyon morselasyon işlemi sırasındaki mesanenin delinme riskidir. Gelişen teknikle oldukça nadir rastlanmaya başlamıştır.
Prostatın büyüklüğünden bağımsız olarak idrar yapma hızı artar, işeme sonrası daha az rezidü idrar kalır ve idrar yapma kalite skoru yükselir. 6 ila 12 hafta idrarda hafif yanma ve sık idrar gözlenebilir. Sonuçlar 5-10 yıl sonunda benzer kalır.
HoLEP yönteminde holmium lazer enerjisi prostat kapsülüne 0,4 mm derinliğe etki eder. Yani prostat dokusunu ayırmak için kullanılan enerji sertleşmeyi sağlayan sinirlere zarar vermez.
Kişi işlemden yaklaşık 1-2 hafta sonra normal hayatına dönebilir. Fiziksel olarak ağır bir iş tempoları var ise en az 2 hafta geçtikten sonra iş hayatına dönmelidir. Bunun yanı sıra ağır olmayan fiziksel egzersizler yapabilir. Ayrıca diyet olarak bol lifli gıda tüketmelidir. Özellikle ilk 1 ay asitli içeceklerden, acı ya da baharatlı yiyeceklerden uzak durmalıdır.
Burun Estetiği Nasıl Yapılır?
Bir diğer adı rinoplasti olan burun estetiği ameliyatı, kişinin ideal nefes alma fonksiyonuna kavuşması için ya da yüzüne uygun bir burun isteği doğrultusunda yapılan operasyondur. Burun, yüzün merkezinde yer aldığı için yapılan küçük değişiklikler bile yüzün görüntüsünde ciddi iyileşmelere neden olur. Eskiden beri uygulanan en popüler estetik ameliyatlardan biridir.
Kişinin yüzünün 3’te 1’ini oluşturan burun, hem estetik açıdan hem de fonksiyonları açısından en önemli organlardan biridir. Şekli bozuk ya da kötü bir görünümdeki buruna sahip olan bir kişi kendini beğenmeme, özgüven eksikliği gibi problemler yaşayabilir. Bunun yanı sıra nefes almak ve vermek gibi hayati bir görevi olan burun, sağlıklı bir yaşamın temellerinden birini oluşturur.
Şekli bozuk olan bir burun oksijen eksikliğini de beraberinde getirir. Bu durum da kalpten vücuda daha fazla kan ve oksijen gönderilmesine sebep olur ve bir süre sonra kalbi zorlar ve kalp büyümesine yol açabilir. Ayrıca az oksijen eksikliği yaşayan birinde yorgunluk ve halsizlik durumu olur. Yeterli miktarda oksijen alamadığı için uyku kalitesi de düşer ve horlamaya sebep olur.
Kişinin nefes almada ve vermede zorlanmasının en yaygın sebeplerinden biri de burun etidir ve burun estetiği ile birlikte aynı zamanda düzeltilebilen bir sorundur.
Burun Estetiği Hangi Durumlarda Uygulanır?
Kişinin burnunun yüz yapısına göre büyük ya da küçük olması, burun ucunun düşük ya da deforme olması, burnun kemerli bir yapıya sahip olması, burun içinde et bulunması ve nefes alma ve vermede soruna yol açan diğer durumlarda burun estetiği ameliyatı yapılabilir.
Bunlara ek olarak, burun estetiği ameliyatı olacak kişinin kas iskelet sisteminin yeterli gelişimini tamamlaması gerekir. Yaş sınırı değil kemik ve kıkırdak yapısının gelişimi esas alınır.
Burun Estetiği Nasıl Yapılır?
Kişinin yüzünün merkezinde bulunan bir organ olduğu için en küçük bir müdahale bile çok dikkatli yapılmalıdır.
Burun estetiği ameliyatlarında en yaygın anestezi yöntemi genel anestezidir. Fakat örneğin sadece burun ucuna bir müdahale yapılacaksa genel anestezi yerine lokal anestezi tercih edilebilir.
Burun estetiğinde açık teknik ve kapalı teknik olarak iki yöntem uygulanır.
Açık Rinoplasti: İki burun deliği arasındaki dokuda küçük bir kesi açılır ve bu kesi sayesinde cerrah burnun iç yapılarını daha iyi gözlemlediği için daha kolay müdahalede bulunur. Özellikle yüksek oranlı değişiklikler yapılacak olan burunlarda bu yöntem tercih edilir. Açık rinoplastinin en önemli avantajı yüsek oranda hakimiyet durumu olmasıdır. Cerrah her kısmı görerek ameliyatı gerçekleştirir. Dezavantajları ise kapalı rinoplastiye göre açık rinoplastinin daha uzun sürmesidir fakat en çok tercih edilen teknik de açık rinoplastidir.
Kapalı Rinoplasti: İyileşme süresi çok daha kısadır ve küçük müdahaleler gerektiren işlemlerde tercih edilir. Bu yöntemde herhangi bir dikiş izi ya da enfeksiyonun meydana gelme ihtimali azdır. Dezavantajı ise kıkırdak, damar ya da kas yapısı hissedilerek yapıldığı için hakimiyet daha azdır. Bu durumda cerrah çok önemlidir çünkü riskli sonuçlar ve komplikasyonlar görülebilir.
Burun Estetiği Sonrası İyileşme Süreci
Burun estetiği ameliyatı sonrasında ağrı hissedilir ve bu yüzden genellikle kişi anestezi etkisindeyken ağrı kesici verilmeye başlanır. Ameliyat sonrasında kanama ya da şişkinlikler belirli bir oranda normal sayılabilir. Burun ağrısının azalması ve soluk almanın kolaylaşması için burnun; yüzün ve vücudun alt kısmından daha yüksekte kalmasını sağlayan bir pozisyonda yatılması önerilir.
Doktorun belirlediği aralıklarda buz torbası ile burun bölgesine press yapılması, kişinin mimiklerini aşırı derecede kullanmaması, ağır spor veya egzersizden bir süre uzun durulması, sodyum içeren besinlerin tüketilmemesi burun estetiği olan kişilerin dikkat etmesi gereken durumlardır.
Denizli Odak Hastanesi Kulak Burun Boğaz (KBB) Hastalıkları biriminden randevu alabilir ve gerekli kontrolleri yaptırabilirsiniz.
Obezite Nedir, Obezitenin Sebep Olduğu Hastalıklar Nelerdir?
Obezite, vücutta anormal yağ birikmesi olarak tanımlanabilir. Modern çağda en sık rastlanan bu hastalık kişinin estetik açıdan istenmeyen bir görünümde olmasına sebep olur. Ayrıca psikolojik bozuklukları da beraberinde getirmesi ile birlikte akut veya kronik çok sayıda hastalığa da yol açar.
Morbit Obezite Nedir?
Kişinin ideal kilosundan 45 kg daha ağır olduğu veya kilosunun iki katına ulaştığı obezite seviyesine morbit obezite denir. Morbid obez sınıflandırmasına giren kişiler tedavi edilmezlerse, yaşıtlarına göre çok daha erken zamanda damar sertliği ve buna bağlı oluşabilen enfarktüs ya da inme gibi nedenlerden yaşamlarını yitirebilirler.
Obezite Hesaplama
Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği sınıflandırma vücut kitle indeksine (VKİ) göre aşağıdaki gibidir. Bu hesaplama obezite için de kullanılır.
- 5 altında / Az kilolu
- 5-24.9 / Normal kilolu
- 0-29.9 / Fazla kilolu
- 0-39.9 / Obez
- 5’in üzeri / Morbid
- 50 ve üzeri / Süper Obez olarak sınıflandırılır.
Zayıflık, şişmanlık ve obezite vücut kitle indeksi (VKİ) yöntemi ile değerlendirilir. Bu yöntemin bir diğer ismi de beden kütle indeksi (BKİ) olarak bilinir. Obezite hastaları, 30 ve üzerinde çıkan kişilerdir. Vücut kütlesinin kilogram cinsinden ölçüsünün boyun metre cinsinden ölçüsünün karesine bölünmesi ile hesaplanır.
Obezitenin Sebepleri Nelerdir?
Obezitenin birçok nedeni vardır fakat en önemli sebeplerden biri hareketsiz yaşam ve sağlıksız beslenmedir. Diğer sebepler ise şu şekilde sıralanabilir;
- Genetik veya psikolojik faktörler
- Hormonal ve metabolik faktörler
- Kullanılan bazı ilaçlar
- Sürekli çok düşük enerjili diyetler uygulama
- Tiroid hastalıkları
Obezitenin Sebep Olduğu Hastalıklar Nelerdir?
Hipertansiyon; Normal kilodaki kişilere göre yaklaşık olarak 3 kat daha fazla görülür. Obez kişilerde yağ dokusunda artış ve aşırı insülin üretimi (hiperinsülinemi) ve insülin direnci, damar ve hücre yapılarında bozulmalar olduğu için hipertansiyon hastalığı daha sık görülür.
Koroner Arter Hastalığı; Obez kişilerin karın bölgelerinde oluşan aşırı yağlanma, kalplerinin üzerinde baskı oluşturduğu için koroner arter hastalığını tetikler. Ayrıca insülin direncinin sonucunda kan şekeri yükseldiği için damar çeperlerinde yapısal bozulmalara yol açabilir, bu da kardiyovasküler hastalıkların oluşmasına sebep olabilir.
Felç (İnme); Obez kişilerin damarlarında meydana gelen yapısal bozulmalar ve tansiyon yüksekliği riskinin artması gibi nedenler kalp krizi veya beyin kanaması gibi ciddi akut komplikasyonların görülme sıklığı artırır.
Diyabet-İnsülin Direnci; Yağ dokusunun aşırı miktarda artması durumu vücuttaki hücrelerin insülin hormonuna karşı olan duyarlılığının azalmasına sebep olur. Bu da insülin direnci olarak bilinen sağlık sorununa yol açar. Obez kişilerin çok büyük bir bölümünde insülin direnci görülür.
Uyku Apnesi; Obez kişilerde solunum yollarında darlaşma ve bunun sonucunda oluşan nefes darlığı şikayeti çok olur. Daha sonra bu durum ilerledikçe kişilerde uyku apnesi sorunu ortaya çıkar.
Psikolojik Sorunlar; Sağlık sorunlarının yanında dış görünüşlerinde de problem yaşayan obez kişilerde depresyon, özgüven eksikliği gibi sorunlar oluşabilir.
Obezite Nasıl Tedavi Edilir?
Diyet ve Egzersiz Tedavisi; Diyet ve egzersiz, obez kişilerin tedavi sürecinde uygulanması gereken en önemli yöntemlerdir. Diyetisyen tarafından kişi değerlendirilir ve kişiye göre bir program hazırlar. Diyetle kişi kilo verebilir fakat düzenli bir şekilde uygulamazsa ve beslenme düzeni bozulursa normalden daha hızlı kilo artışına da sebep olabilir. Bunun yanında egzersiz de diyeti destekler. Kişinin yaptığı egzersiz, hem hareket esnasında hem de hareketten sonra enerji harcatmaya devam eder. Egzersiz ve diyet birlikte uygulanması gereken iki ayrı yöntemdir ve kişi istediği kiloya ulaşsa bile devam etmesi gerekir.
İlaç Tedavisi; Obezite ilaçları diyet ve egzersiz tedavisine ek olarak kullanılabilir. Bu tür ilaçlar muhakkak doktor tavsiyesi ve kontrolünde kullanılmalıdır.
Obezite Cerrahi Uygulamaları
Tüp Mide Ameliyatı (Sleeve Gastrektomi); Bu operasyonda tüm midenin yaklaşık %75-80’i çıkarılır. Bu sayede besin alımı kısıtlanır ve kişinin kilo vermesi sağlanır. Ayrıca ameliyatta, mide bölümünden salgılanan iştah hormonu (Ghrelin) çıkartılır ve operasyon sonrasında kişide ciddi anlamda iştah azalması olur.
Mide Bypassı (Roux-en-y Gastric Bypass); Mide bypassında kişinin midesinin büyük bir bölümü bypass edilerek küçük hacimli bir mide bölümü hazırlanarak ince bağırsaklarına dikilir. Bu operasyonla bir yandan mide hacmi küçülür bir yandan da bağırsakların bir bölümü devre dışı bırakılmış olur. Bu sayede hem tüketilen yiyeceklerin miktarı azalır hem de emilimi etkilenir.
Prostat Neden Büyür, Prostat Kanserinin Tedavi Yöntemleri
İdrar torbasının altında ve bağırsakların ön tarafında, idrar torbasının çıkışını saran salgı bezine prostat ismi verilir. Ceviz büyüklüğünde olan bu salgı bezi spermleri koruyan sıvıyı üretir ve spermlerin sağlıklı bir şekilde saklanmasını sağlar. Ayrıca mesanenin ağzını sıkar ve bu sayede kişinin idrarının kaçmasını önler.
Prostat Neden Büyür?
Prostat bezi genellikle 40 yaşından sonra genişlemeye başlar. Bu duruma iyi huylu prostat hiperplazisi (BPH) denir. Doğal yaşlanma sürecinin bir parçasıdır ve prostat büyümesini durdurma veya tersine çevirme mümkün değildir.
Prostat büyümesinin nedeni tam olarak bilinmiyor fakat ilerleyen yaşlarda erkeklerde ortaya çıkan hormonal faktörlerin etkisi olduğu düşünülür. Erkeklerin vücutlarında testosteron üretildiği gibi, az miktarda da kadınlık hormonu olan östrojen de vardır. Kişinin yaşı ilerledikçe testosteron hormonu azalır ve buna bağlı olarak da östrojen seviyesinin artar. Bu yüzden prostat büyümesinin ortaya çıktığı düşünülür.
Prostatın Belirtileri Nelerdir?
Prostat genellikle kişide idrara çıkamama veya mesane kontrolü ile ilgili sorunlara sebep olur. Prostatın belirtileri aşağıdaki gibidir:
- Sık idrara çıkma isteği
- İdrar yaparken ağrı veya yanma hissi
- İdrarda veya menide kan
- İdrar yapmak için gece boyunca birçok kez kalkma ihtiyacı
- İdrar damlaması
- İdrar akışını başlatma veya idrar yaparken akışı durdurma ve başlatma zorluğu
- İdrara çıkmayı durdurmak veya geciktirmek gibi mesaneyi kontrol etmede sorun
- Ağrılı boşalma
- Sırtın alt kısmında, kalçalarda, pelvik veya rektal bölgede veya üst uyluklarda sık görülen ağrı veya sertlik
Prostat sorunları her yaştan erkekte, özellikle de 50 yaş üzeri erkeklerde oldukça yaygındır. Prostat sorunları, basit bir iltihaptan kansere kadar değişebilir. Kişi yaşlandıkça, prostatı büyür ve problemlerin gelişmesi daha olası hale gelir. Hastanemizin Üroloji birimi ile iletişime geçebilir, gerekli kontrolleri yaptırabilirsiniz.
En yaygın üç prostat hastalığı türü vardır:
- İyi Huylu Prostat Büyümesi / İyi Huylu Prostat Hiperplazisi (BPH)
- Prostat İltihabı (Prostatit)
- Prostat Kanseri
İyi Huylu Prostat Büyümesi / İyi Huylu Prostat Hiperplazisi (BPH)
Erkeklerin yaşları ilerledikçe görünen bir rahatsızlıktır. Büyümüş bir prostat bezi, idrarın mesaneden dışarı akışını engellemek gibi rahatsız edici idrar belirtilere neden olabilir. Ayrıca mesane, idrar yolu veya böbrek sorunlarına da yol açabilir.
İyi Huylu Prostat Büyümesinin Tedavi Yöntemleri Nelerdir?
Genellikle ilk olarak hastanın tuvalet alışkanlıkları ve yaşam tarzı ile ilgili düzenlemeler yapılır. Fakat iyileşme görülmezse ikinci adım olarak ilaç tedavisine başlanabilir. Eğer, ilaç tedavilerine rağmen hastanın işeme şikayetleri tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonları ve idrarda ciddi kanama görülüyorsa cerrahi bir müdahale gerekliliğinden söz edilebilir.
HoLEP Tedavisi: HoLEP ameliyatı sırasında vücut dışından herhangi bir kesi açılmasına gerek kalmaz. Bu tedavide penisin dış idrar kanalından kamera ile girilir. Bu kamera ile kanalda herhangi bir daralmanın var olup olmadığına bakılır. Kamera yardımı ile prostat dokunu görüntülenir ve incelenir. Daha sonra mesane incelenir ve mesadece taş ya da tümör olup olmadığına bakılır. Holmium Laserle sonradan büyümüş olan adenom, kapsül halini almış hastanın kendi prostatından ayrılarak çıkarılır ve kişide hiç adenom dokusu kalmaz.
Prostat İltihabı (Prostatit)
Prostat bezinin bakteri nedenli veya bakteri nedenli olmayan iltihabıdır.
Genellikle genç, üreme çağındaki cinsel olarak aktif erkeklerde görülür fakat ileri yaş grubunda da rastlanır. Prostat iltihabının nedenleri kesin olarak belirlenmemiştir. Cinsel yolla iltihap bulaşması durumu bazen neden olarak gösterilebilir. Zaten prostat, enfeksiyon gelişimi için uygun bir zemin olan salgı bezi yapısında bir organdır.
Prostat İltihabının Tedavi Yöntemleri Nelerdir?
Öncelikle uzman tarafından kişinin hangi postatit tipine yapakandığı belirlenir ve ona göre bir tedavi süreci başlatılır. Örneğin akut bakteriyel prostatite sahip kişiler antibiyotikler ile en az 2 haftada tedavi edilir. Bazen dirençli mikroorganizmalarla karşılaşıldığında ise tedavi 4 haftaya kadar devam ettirilebilir. Eğer teşhis kronik bakteriyel prostatit ise kişiye daha uzun süreli antibiyotik tedavisi gerekir. Bu 4 ila 12 hafta arasında değişebilir.
Prostat Kanseri
Genellikle 65 yaş üstü erkeklerde görülen prostat kanseri, prostat dokusunu oluşturan bazı hücrelerin tümör yapıları oluşturması kaynaklı ortaya çıkar. Prostat kanserinin nedenleri yaş ve aile öyküsüdür.
Prostat Kanserinin Tedavi Yöntemleri Nelerdir?
Kanserin büyüme hızına veya yayılımına göre tedavi seçenekleri belirlenir. Cerrahi, radyoterapi, hormonal tedavi ve kemoterapi tedavi seçenekleridir. Eğer kanser erken evrede teşhis edilmişse bir süre tedavi uygulanmadan takip edilebilir. Fakat genelde en yaygın olan tedavi cerrahidir ve bu yöntem ile prostat hemen çıkarılır.
Obezite Hakkında Merak Edilen 27 Soru
Obezite cerrahisi öncesi psikolojik değerlendirme nasıl yapılır?
Obezite cerrahisi öncesinde psikolojik değerlendirme 20 yıldır devam eden bir uygulamadır. Psikolojik değerlendirme görüşmesi konuda uzman bir klinik psikolog tarafından yapılır ve bilimselliği gösterilmiş bazı ölçekler kullanılır. Burada amaç operasyona başvuran kişinin içinde bulunduğu durumu, kaynaklarını ve zorluklarını daha iyi anlamak, operasyon sonrasında oluşabilecek riskleri beraberce değerlendirmektir. Kilo alımında rol oynayan davranışsal ve çevresel etkenler değerlendirilir, bunların operasyon sonrası dönemde en iyi sonuç için nasıl yönetilmesi gerektiği planlanır.
Bu görüşmede kişi operasyona hem zihinsel hem de duygusal açıdan hazırlanır, kendini nasıl bir sürecin beklediğine yönelik netleşir. İhtiyaç duyulması öngörülen sosyal ve psikolojik desteği önceden planlamak, operasyon sonrası dönem için önemlidir. Obezite cerrahisi fazla kilolu olma durumunu tedavi eden bir ‘büyülü değnek’ olmadığından, bu görüşme kişiyi ciddi hayat tarzı değişikliklerini devreye sokması konusunda hazırlar.
Tüp mide ameliyatı sonrası neler değişir?
Tüp mide ameliyatı, fiziksel açlığın ve yeme kapasitesinin azalmasında ciddi rol oynar; yeme miktarı ve yeme hızına yönelik alışkanlıkları tamamiyle değiştirir. Küçülen midenin doğal bir sonucu olarak kişiler operasyon sonrasında kilo verir, ve yeni hayat tarzı alışkanlıkları geliştirir. Bu değişim çoğunluğun hem bedensel hem de psikolojik açılardan iyileşme yaşamasını sağlar. Baş ağrısı, uyku sorunları, tansiyon gibi daha önceden yaşanan fiziksel rahatsızların şiddeti azalır veya tamamen ortadan kalkar.
Psikolojik açıdan birçok olumlu değişim genelde operasyondan sonra altı ay ile bir sene sonunda kalıcı olarak gözlemlenmektedir: Yaşama isteği artar, hayattan daha çok keyif alınır, ilişki sorunları azalır, kişinin benlik algısı ve beden memnuniyetinde olumlu değişimler olur. Genel olarak hayat kalitesi artar.
Morbid obezite nedir?
Kişiyi karşı karşıya bıraktığı riskler neticesinde ölümcül problemler doğurabilen ve dolayısı ile yaşam süresini kısaltan düzeydeki obeziteye verilen addır. Bu derecede kilolu olanların, diyet ve yaşam stili değişikliği ile de kilo veremiyorlarsa – ki bu çok nadiren başarılı olabiliyor – ameliyatı bir seçenek olarak düşünmeleri gerekir.
Aşırı şişmanlığın (morbid obezitenin) ne gibi zararları var?
Hastanın sosyal hayatını, yaşam kalitesini ve ruhsal durumunu ciddi biçimde sıkıntıya sokmanın ötesinde çok önemli, yaşamı bile kısaltabilen bir dizi probleme yol açıyor morbid obezite. Şişmanlık belli bir aşamadan sonra o kişide şeker hastalığına ve hipertansiyona neden oluyor ve bu komplikasyonlar morbid obezlerde çok erken yaşlarda ortaya çıkıyorlar. Herkesin bildiği gibi zamanımızdaki birinci ölüm nedeni halen damar sertliği ve gerek şeker hastalığı ve gerekse hipertansiyon damar sertliği açısından en önemli risk faktörleri. Dolayısı ile morbid obezler, eğer tedavi edilmezlerse, yaşıtlarına göre çok daha erken zamanda damar sertliği ve buna bağlı oluşagelebilen; enfarktüs ya da inme gibi nedenlerden yaşamlarını yitirebiliyorlar.
Tedavi edilmezlerse diyorum çünkü bir de iyi haberimiz var. O da; irade, diyet ve önlemlerle sıklıkla çözülemese de artık zamanımızda bir dizi laparoskopik ameliyatla morbid obezitenin tedavisinin mümkün olması. Tıpta “bariatrik cerrahi” olarak bilinen bu girişimler sanıldığından daha az riskleri olan ancak hayat kurtarıcı, yaşamı uzatıcı müdahaleler. Zaten bu nedenle hastayı maruz bıraktıkları risklere karşın tüm dünyada çok aktif ve sıklığı giderek artan biçimde uygulanmaktalar. Çünkü şişmanlığı gidermenin yanı sıra , başta Tip II şeker hastalığı olmak üzere yandaş problemlerin de süratle düzelmesini sağlayan ve hastanın ömrünü uzattığı kanıtlanmış girişimler.
Morbid obezitenin, şeker ve tansiyon dışında ne gibi kötü etkileri vardır?
Tip II şeker hastalığı ve hipertansiyonun ötesinde çok erken yaşta ciddi diz problemleri, ürolojik problemler, solunum sıkıntıları, uyku apnesi, depresyon, sosyal izolasyon gibi bir dizi başka problem de yakasını bırakmıyor bu çoğunluğu genç olan hasta topluluğunun. Çok acı ama neden gençler biliyor musunuz ? Çünkü 70-80 yaşına kadar yaşayamıyor morbid obezler de ondan. Genç ölüyorlar maalesef normal kilolu insanlara göre. Dahası başta meme ve kolon olmak üzere bazı organ kanserleri de daha sık gözleniyor obezlerde. Ayrıca safra kesesi taşları ve bunlara bağlı sıkıntılar da obezlerde anlamlı oranda daha sık ortaya çıkmakta. Etkilediği hanımların doğurganlıklarının azalması, katarakt sıklığında artma, idrar tutabilme zorluğu, bel ve diğer ortopedik problemler, varis, çeşitli fıtıklar da obezlerde çok daha sık gözlenmekte.
Morbid obezite ciddi diyet, egzersiz ve psikolojik desteğe karşın giderilmesi zor bir şişmanlık mıdır?
Aynen öyle. Bilim üretimi adına dünyanın en prestijli ülkelerinden olan İsveç’te yapılan mükemmel bir çalışmada obezitenin diyet, egzersiz ve destek tedavisi olarak özetleyebileceğimiz konvansiyonel yöntemlerle giderilmesinin uzun dönemde başarılı olma olasılığı % 2’ler mertebesinde. Yani hastaların % 98’inde işe yaramıyor. Benzer sonuçlar konu ile ciddi biçimde ilgilenen tüm merkezlerde aynı. Bazı zayıflama ilaçlarının ki bir kısmının yan etkileri olduğunu da vurgulamak lazım; başarı oranı % 10’ları geçememekte.
“Kilo vermek için her yolu denedim ama verdiğim kiloları fazlası ile geri alıyorum”. Bu sorundan hatta hastalıktan kurtulmanın daha kalıcı bir yöntemi var mı?
Cidden görsel ve yazılı medya zayıflama ve daha sağlıklı bir yaşam için haberler, reklamlar ile dolu her gün. Sağlık Bakanlığı verilerine göre obezite sorunu her geçen gün artmakta ülkemizde. Beslenme alışkanlıklarımız değişti, hazır gıdaya her yerde hızla ulaşabiliyoruz ve günlük koşuşturmaca içerisinde hızlı bir şekilde bu tip maddeleri tüketmeye de alıştık. Albenisi olan, yüksek kalorili birçok gıda gündelik yaşamımızda elimizin altında. Daha önceden de değindiğimiz gibi, aynı oranda bu tür gıdaları tükettikleri halde zayıf kalabilenler varken neden diğerlerinin kilo aldıklarını ise tam olarak bilemiyoruz. Hatta neden bazıları bu nedenle sadece fazla kilolu iken diğerlerinin morbid obezite derecesine kadar kilo aldıklarını da tam olarak bilmiyoruz.
Çoğu kişi özellikle morbid obezite sorunu olanlar diyet ve egzersiz programlarına ne kadar bağlı kalmaya çalışsalar da bir süre sonra verdikleri kiloları ve hatta daha fazlasını geri almaktalar. Belli bir oranın üzerindeki bu tür bir obezite, insan sağlığını tehdit ettiği için kararlı bir şekilde tedavi edilmeli ve bu anlamda diğer yöntemler yeterince bir süre denenmesine rağmen başarılı olunamamışsa, günümüzdeki en etkin kalıcı kilo kaybını sağlayan tek yöntem “morbid obezite cerrahisi” yani bariatrik cerrahi.
Morbid obezite cerrahisi nedir?
Önceden de kısaca bahsettiğim gibi zamanımızın en ciddi ve hayati sağlık problemlerinden olan morbid obezitenin en etkili ve kalıcı tedavisi şişmanlık cerrahisi ile mümkün. Morbid obeziteyi gidermek amacı ile yapılan cerrahi müdahalelerin tamamına tıpta “bariatrik cerrahi” deniliyor. Tıp biliminde belli sorulara verilen cevapların kalite ve güvenirliği eldeki kanıtların A,B,C gibi düzeylendirilmesine dayandırılır.
A düzey kanıt olması o bilginin mutlak doğruluğuna işaret eder gibi düşünebiliriz. Bariatrik cerrahi yani aşırı şişmanlığı gidermek amacı ile yapılan bazı girişimlerin tedavi edici etkinliklerinin başarısı ile ilgili olarak yeterince A düzey kanıt var elimizde. Dolayısı ile hem kilo kaybında başarı, hem bu kilo kaybının uzun dönemde devam etmesi , hem şeker-tansiyon gibi ikincil rahatsızlıkların giderilmesi ve hem de yaşamı uzatmak açısından bariatrik cerrahi en etkin tedavi.
Bariatrik cerrahi tam olarak nedir?
Aslında oldukça karmaşık ve her geçen gün daha da gelişip rafine olan bir dizi girişim olarak özetlenebilir. Yani her hastaya şu ya da bu girişim uygulanıyor ve tek ve en iyi yöntem budur diye bir şey yok. Özellikle son Son 20 yıldır laparoskopinin devreye girmesi ve teknolojideki ilerlemelere de paralel olarak ciddi bir ivme ile kazanılan tüm tecrübenin ışığında dinamik bir değişim sürecinden geçen, bir kısmı ön plana çıkarken bir kısmı giderek daha az uygulanmakta olan bir dizi girişimden bahsediyoruz. Burada önemli olan konu tüm bariatrik girişimlerin laparoskopik olarak yani kapalı ameliyatla yapılabilmesi. Büyük bir karın kesisi ile yapılmıyor bu ameliyatlar ve milimetrik deliklerden batın içine ulaşılarak yapılıyor. Dolayısı ile laparoskopik ameliyatların tüm avantajları bariatrik cerrahide de aynen söz konusu. Yani hastalar bir gün sonra ayağa kalkıp, birkaç gün içinde taburcu olabiliyor ve iş ve güçlerine hem de kesileri de olmadan çok erken dönebilmekteler.
Obezitede laparoskopik cerrahi nedir?
Temelde cerrahi ile yapılan iş iki mekanizma üzerinden çalışıyor. Bazı ameliyatlar midenin gıda alabilme kapasitesini kısıtlayarak etki yapıyorlar. Bunlara tıpta “restriktif yöntemler” diyoruz . Bazı girişimler ise alınan gıdaların sindirim sistemi içinden geçerlerken emilimini azaltarak etki yaratıyorlar. Bunlar ise tıpta “malabsorbtif” ameliyatlar olarak biliniyor. Zamanımızda bariatrik cerrahinin hali hazırda bel kemiğini oluşturan ve etkinlik/risk açısından en oturmuş ameliyat “gastrik by-pass” yani mide by-pass’i olarak biliniyor ve bu yöntem hem kısıtlayıcı ve hem de emilimi bozucu bir girişim.
Mide balonu işe yarıyor mu, bu bir ameliyat mıdır?
Eğer morbid obeziteyi gideriyor mu diyorsanız hayır gideremiyor. Ayrıca bu zaten bir ameliyat da değil söylediğiniz gibi. Tamamen geçersiz ve kimsede kullanılmaması gerekir de diyemem öte yandan. Bu yöntem ile yapılan ; endoskopi yolu ile hastanın midesinin içine adeta bir yumruk büyüklüğünde içi metilen mavisi içeren su ile doldurulmuş balon koymak ve bu şekilde gıda alınımını kısıtlamak. Son derece kolay ve minimal riskleri olan bir girişim. Fakat malesef hastalar ancak 7-8 kilo verebiliyorlar ve balon da altı ay ya da bir yıl içinde sonra mutlaka çıkarılmak zorunda. Bu hem bizim ve hem de tüm dünyanın gözlemi. Ayrıca tahmin edilenin ötesinde rahatsızlık yaratıyor ve karında gerginlik, ağrı, sürekli kusma gibi nedenlerle hastaların önemli bir kısmı zamanından önce balonu çıkarttırmak istiyorlar. Bu nedenle sadece gerçek morbid obezite cerrahisine hazırladığımız aşırı kilolu süper obezlerde ameliyat öncesinde biraz kilo verdirebilmek amacı ile bir destek yöntem olarak kullanılıyorlar artık. Yani bu bağlamda nadiren de olsa işe yarıyorlar.
Mide bandı yöntemi nedir?
Halk arasında “kelepçe yöntemi” olarak bilinen ve mide girişine laparoskopik olarak şişirilebilir bir bant takılmasını içeren, artık popülaritesini hızla kaybetmekte olan en ilkel laparoskopik bariatrik girişim. Gıda alımını kısıtlayarak ve erken doyma yaratarak etkili oluyor ve bu da kilo kaybı ile sonuçlanıyor. Bu yöntemin en olumlu tarafı bant takılması işleminin riskinin, yani cerrahi riskin çok az oluşu, hızlı bir şekilde yapılabilmesi ve geri dönüşü kolay bir girişim olması. Yani önceden hiçbir girişimde bulunulmamış bir morbid obeze laparoskopik bant takma durumunda deneyimli ellerde hastanın o ameliyat için aldığı risk % 0.1’den düşük.
Öte yandan bu bantlar 15 yıl kadar önce ilk çıktığında ortaya çıkan olumlu hava son 10 yıldır giderek değişti ve neredeyse bant yöntemi çok sınırlı bir hasta grubunun dışında terk edilmek üzere. Mide bandı daha pratik ve geri dönüşlü gözükmesine rağmen uzun dönem takiplerde hiç de sorunsuz olmadığı görüldü. Bu konuda en deneyimli Belçikalı cerrahların 12 yıllık takiplerinde %50 başarısızlık bildirmeleri bu tekniğe olan güveni ciddi biçimde sorgulamamıza neden oldu.
Bunun da aslında iki nedeni var:
Birincisi ameliyat sonrasında oluşan kilo kaybı etkisinin uzun dönemde devam etmemesi ve hastaların tekrar kilo almaları ve tekrar kilo alma miktarının da kabul edilemeyecek düzeyde oluşu. Takıldıktan 10 yıl sonra başarı ile kilo verme durumu hastaların % 20’sinden azında gözleniyor maalesef.
İkincisi ise takılan bantların neredeyse % 30-40’lara varan oranda uzun dönemde birtakım ciddi komplikasyonlara yol açarak çıkartılmalarına gerek olması.
Bu ikinci durum önceden tabiki bilinmiyordu ve malesef binlerce bant geri çıkartılmak zorunda kalındı yıllar içerisinde. Dolayısı ile bant yöntemi aslında ilk takıldığı ameliyat esnasında yüksek bir risk içermiyor ama uzun dönemde çok ciddi hatta yaşamı etkileyebilecek düzeyde komplikasyonlara yol açabiliyor. Bunların başında da tıpta “bant kayması, erozyonu ya da migrasyonu” olarak bilinen ve takılan bandın mide ya da yutma borusu içine doğru dokuları keserek ilerlemesi gelmekte. Dahası bu durumlara yol açmadığında bile bant uygulanmış hastalar uzun dönemde bant yerinde de dursa gene kilo alabilmekteler. Yani mevcut bandı kandırabiliyor obezler. Kendilerine göre bazı yöntemlerle haddinden fazla kalori alabilmek mümkün olabiliyor bant başarılı biçimde takılı bile olsa. İşte bu nedenlerle tüm dünya bariatri uzmanlarınca giderek azalan oranda ya da hiç kullanılmamakta artık bant yöntemi. Biz ise bandı sadece diğer ameliyatları kategorik olarak reddeden ve tüm komplikasyon ve uzun dönemdeki başarısızlık oranları konusunda bildirim yapılmasına karşın takılmasına yazılı olarak onay veren hastalarda kullanmak eğilimindeyiz. Bunun dışında bizim de terk ettiğimiz bir yöntem.
Ne balon ve ne de kelepçe morbid obezite tedavisinde bekleneni veremedi. Peki en etkili yöntemler hangileri?
Önceden de belirttiğim gibi gerek balon ve gerekse kelepçe halen nadiren de olsa kullanılmaktalar ama obezite problemini sona erdirici özellikte değiller maalesef. Zamanımızda hem tüm dünyanın ve hem de bizim en çok tercih ettiğimiz ve en yaygın olarak kullandığımız iki ameliyat var. Bunlar; “tüp mide” ve “ mide by-pass’ı ” ameliyatları. “Duodenal switch” ameliyatı da en çözümsüz olgularda bile etkili olabilen ancak gerek teknik ve gerekse risk açısından mutlak surette ciddi cerrahi “ekspertiz” gerektiren son derece önemli bir yöntem. Tekrar hatırlatmam gerekirse tüm bu girişimler rutin olarak laparoskopik yani kapalı yöntemle yapılmaktalar. Mide by-pass’ı yöntemi hali hazırda gerek kilo kaybettirmedeki başarısı ve gerekse bu kilo kaybının uzun sürede de devamlılığı açılarından en etkin, güvenli ve riski de makul sınırlarda olan yöntem. Teknik olarak ise oldukça komplike bir girişim ve mutlak surette ileri laparoskopi deneyimi olan ve kendini bu konuya adamış ekiplerce yapılması gereken bir ameliyat. ABD’de en çok uygulanan yöntem, 20 yılı aşkın takip sonuçları var ve etkinliği net olarak kanıtlanmış durumda.
Mide by-pass’ı nedir?
Hem gıda alımını kısıtlayıcı ve hem de alınan gıdaların emilimini bozucu etki yaratarak, morbid obezite tedavisinde zamanımızın “altın standardı” olarak kabul edebileceğimiz laparoskopik yani kapalı teknikle yapılan bir girişim. Bu ameliyat obeziteye iki mekanizmayla birden etkiyerek hastanın süratle kilo vermesini sağlıyor. Kilo verme durumunun devamlılığı ve uzun dönem başarı açısından da en etkin ve güvenli yöntem. Mide by-pass’ı ameliyatında yapılan şu : Mide; yutma borusu ile birleştiği en üst bölümünden yutma borusu tarafında ufak bir mide kısmı bırakacak şekilde ayrılıyor öncelikle. İkinci aşamada ise ; yutma borusu tarafında kalan ufak mide parçasına özel bazı tekniklerle bir ince bağırsak parçası getirilip ağızlaştırılıyor. Bu şekilde midenin neredeyse % 95’lik bölümü devre dışı bırakılmış yani tıbbi anlamda “by-pass” ‘lanmış oluyor. Yapılan girişimin çok net anlaşılabilmesi için okuyucularımız şekilden yararlanabilirler. Bu ameliyatı olan biri yemek yediği zaman gıdalar yutma borusu içinden midenin ufacık kalmış kısmına geçtiklerinde çok kısa süre içinde hatta derhal doyma ve doygunluk hissi oluşuyor.
Çünkü açlık hissi oluşumu ve yemek yeme arzusu ile ilgili en önemli uyaranların başında midenin boş ve gerilimsiz olması gelmekte. Ufacık kalan mide gelen gıdalarla birdenbire dolup bir gerilim ve basınç artışı olunca; bazı hormonların da etkisi ile kişide yemek yeme arzusu daha ilk lokmadan sonra ciddi biçimde frenlenmiş oluyor. Mide by-pass’ı ameliyatının “restriktif” yani gıda alınımını kısıtlayıcı etkisi bu anlattıklarımdan kaynaklanmakta. Zaten gerek balon ve gerekse “kelepçe” yöntemlerinin de etkileri benzer bir “kısıtlayıcı” mekanizma üstünden olmakta. Yalnız balonlar da, kelepçeler de bir süre sonra çıkartılmak zorunda kalındığından ya da uzun sürede aslında hasta tarafından kandırılabilir yöntemler olduklarından kilo verdirici etkilerini kaybediyorlar. Dahası, mide by-pass’ı hem yukarıdaki bilgilerden ve hem de adından da anlaşılabileceği gibi alınan gıdaların bir anda sindirim sisteminin epeyce alt bölümlerine geçmesini sağladığından aynı zamanda “malabsorbtif” yani gıdaların emilimini de bozucu bir yöntem. Bu da zayıflama adına ikinci ve bağımsız bir etkisi mide by-pass’ının. Dolayısı ile konuyu salt başarıyla kilo vermek ve bu durumun uzun dönemde de sürmesi bağlamında ele alırsak , riskleri de göz önünde bulundurulduğunda en güvenli yöntem mide by-pass’ı diyebiliriz.
Öte yandan teknik açıdan yapılması en fazla deneyim gerektiren prosedürlerden biri. Konuya özelleşmiş merkezlerde mide by-pass’ından 5 yıl sonra kişiler fazla kilolarının % 60’ını halen kaybetmiş oluyorlar. Bu ameliyat sonrasında yeniden kilo alma oranı ise % 15’ler mertebesinde. Burada ameliyat olan 100 hastanın 15 ‘i ameliyat öncesi kilosuna dönüyor yani tekrar morbid obez oluyor demek istemiyorum. Sadece hastaların % 15’i tekrar kısmen de olsa kilo alabiliyorlar anlamında. Cerrahi ölümcül risk ise % 0.4 civarı. Hastaların büyük bölümü morbid obeziteden kurtulduklarından ve morbid obezite başlı başına ölümcül bir hastalık olduğundan % 0.4’lük risk tüm dünyaca makul karşılanmakta yani çok düşük bir risk. Unutulmaması gereken ve öneminin mutlaka vurgulanması gereken husus tüm bu verdiğim oranların sadece konuya özelleşmiş merkezlerin rakamları olduğu.
Tüp mide ameliyatı nasıl bir ameliyat?
Adı üstünde yani mideyi adeta incecik uzun bir tüpe çevirdiğimiz bir laparoskopik girişim. Tıpta “sleeve gastrektomi” olarak biliniyor. Şekilden de anlaşılabileceği gibi laparoskopik olarak midenin hatırı sayılır bölümünü kesip çıkarmaya dayalı bir “restriktif” yani gıda alımını kısıtlayıcı bir girişim. Çok hafif “malabsorbtif” yani emilimi bozucu etkisi de olduğu düşünülüyor ama bu ön planda değil. Cerrahi olarak yapılması son derece kolay ve hızlı. Yaklaşık 90 dakikada yapabildiğimiz bir girişim. Midenin çıkış bölümü korunduğu ve sindirim sistemindeki devamlılığın aynen sağlandığı bir teknik olması ameliyat sonrası bazı istenmeyen yan etkilerin daha az olmasını sağlıyor. Bu ameliyatın gelişim süreci de ilginç. Kullanılmaya başlandığı ilk dönemlerde daha çok aşırı yani süper obezlerde hastaları mide by-pass’ına hazırlama aşamasında ara ya da öncü bir girişim olarak kullanıyordu. Yani önce bu basit girişimle biraz kilo verdirelim de mide by-pass’ı ameliyatı olurken hasta biraz zayıflamış olsun ve ameliyat riski azalsın diye.
Çünkü kilo vermeyi sağladığı, ancak uzun dönemde bu etkisinin mide by-pass’ı ile kıyaslanamayacak düzeyde düşük olacağı sanılıyordu. Öte yandan tıp biliminde duygular ve hisler kimi zaman da bizim lehimize olacak şekilde yanlış çıkabiliyor ! Daha doğrusu “zamanın testi” ile karşı karşıya kaldıktan sonra, yani tüp mide ameliyatının orta dönem sonuçları ele geçtiğinde ve kıyaslamalar matematiksel olarak yapıldığında bu girişimin kendinin de son derece etkili olabileceği gerçeğini gördük. Dolayısı ile son 5 yıldır ciddi biçimde gündeme gelmiş olan ve zamanımızda en çok uygulanılan bariatrik prosedürlerin başında gelmekte tüp mide ameliyatı. Tüp mide ameliyatından 5 yıl sonra kişiler fazla kilolarının % 55’ini halen kaybetmiş oluyorlar. Bu ameliyat sonrasında yeniden kilo alma oranı ise % 20’ler mertebesinde. Cerrahi ölümcül risk ise mide by-pass’ındaki gibi ve % 0.4 civarı. Bu yöntem kilo vermede mide by-pass’ı ya da ona yakın düzeyde etkili. Emilim bozukluğu ise mide by-pass’ ına oranla daha az olduğu için ameliyat sonrası sürekli vitamin ve mineral desteği gerekmeyebiliyor. Bu yöntemle ilgili bilinmeyen tek konu çok uzun dönemde midede tekrar büyüme olup olmayacağı. Günümüzde en uzun takip süresi olan hastalar ancak 8 yıl önce ameliyat olmuş durumdalar, fakat şu ana kadar ciddi bir sorun gözükmüyor.
Bariatrik cerrahinin riskleri var mıdır?
Tabiki. Bu konu çok önemli. Ancak bu hastalar, yani morbid obezler zaten mevcut durumlarında bahsettiğimiz cerrahi riskten çok daha fazla risk altındalar. Söyleşimizin başında da bahsetmiştim. Bu kişiler tedavi edilmezlerse yaşıtlarına göre 10-15 yıl erken ölmekteler. Çünkü morbid obezitenin kendisi ölümcül bir hastalık. Dolayısı ile % 0.4’lük bir cerrahi risk son derece makul yani kabul edilebilir bir oran.
Burada salt estetik amaçlı kaygı uyandıran bir şişmanlıktan bahsetmiyoruz. Morbid obezite hayatı tehdit eden bir kabus ve % 0.4’lük risk kar/zarar oranına baktığınızda ihmal edilebilir bir oran. Başka bir örnekten hareketle anlatırsak; aslında hayat kurtarıcı özelliği tüm olgularda kanıtlanmamış bile olsa “kalp by-pass”’ı ameliyatlarını verebiliriz. ABD‘de kalp by-pass’ı ameliyatı için kabul edilebilir ölümcül risk % 2 örneğin. Yani bir merkez 100 kalp by-pass’ı yapıyor ve bunların 2’si ölüyorsa bu makul bir oran olarak kabul ediliyor ve o merkez işe devam ediyor. Ayrıca koroner bypass ameliyatları halen tüm dünyada bu riskle devamlı yapılmakta. Ama sürekli % 4-5 bir ölüm oranı ile gidiyorsanız sizin kalp by-pass’ı merkezinizi kapatıyorlar.
Dolayısı ile mühim olan; hangi ameliyattan bahsedersek bahsedelim o ameliyat için evrensel boyutta kabul edilen risk oranını aşmıyor olmanız. Kendimizden örnek verirsek uygulamış olduğumuz 600’ü aşkın bariatrik cerrahi olgusunun hiçbirini kaybetmedik ve şu anki ölümcül cerrahi risk oranımız % 0. Yani dünyada başı çeken ekiplerden bir farkımız olmadığını vurgulamak zorundayım. Bu tamamen kendini bir konuya adamak ve ekip çalışmasıyla alakalı.
Ameliyat tipine nasıl karar veriliyor?
Hangi hastaya hangi ameliyatın yapılacağı kararı tamamen cerrahi ekibin deneyimi ve hastaya ait bir dizi özelliklerle ilgili. Bu nedenle bazı hastalarda tüp mide girişimini öncelikle tercih ederken bazılarında ise ilk ameliyat opsiyonu mide by-pass’ı olabilmekte. Bazı aşırı kilolu hastalara laparoskopik bariatrik girişim öncesinde balon uygulaması ya da özel ve kısa süreli diyetlerle az da olsa kilo verdirmeyi arzu edebiliyoruz.
Çoğu zaman hastamızla ofisimizde yaptığımız ilk konuşma ve muayene bile ameliyat seçimindeki kararımızı etkileyebiliyor. Dolayısı ile ilgili hastanın diyabeti yani şeker hastalığı var mı ve şeker hastalığı ileri evrelerde mi ? Şeker hastalığına bağlı bazı komplikasyonlar çıkmış mı ? Psikolojik bir yemek yeme sorunu var mı ve varsa ne boyutta ? Hasta muayene masasına yattığında karın görüntüsü nasıl ? Yağlı karın iki kenara doğru yayılıp düzleşiyor mu yoksa bombe , şiş ve yayılmayan bir karın/göbek görüntüsü mü mevcut ? Deneyimli bariatrik ekipler tüm bu faktörleri göz önünde bulundurarak ve hastayı da her konuda bilgilendirdikten sonra aslında hasta ile de aktif bir iletişim ile ameliyat tipini seçmekteler. Dolayısı ile cerrahi ekibin hem konunun tüm felsefesine hakim olması ve hem de tüm bariatrik prosedürleri bilmesi ve mükemmel biçimde uygulayabilir olması bir ön koşul. Deneyim o denli önemli ki hepsi kitaplarda bile yazmıyor anlatacaklarımın.
Kime tüp mide ve kime mide by-pass’ı ameliyatı öneriliyor?
Bu soru morbid obezite cerrahisinin uzun dönem sonuçlarının başarısı açısından en kritik noktalardan birine değinmesi bakımından çok önemli. Temeldeki amaç üzüm yemek; yani hastanın çok uzun süre kilolarından kurtulmuş olmasını sağlamak ve bir yandan da bunun için seçilecek cerrahi yöntemin riskinin makul sınırlarda olması. Ekibin cerrahi deneyiminin yanında tüm süreci etkileyebilecek en önemli konuların başında tüm projenin stratejilendirilmesi ve seçilecek ilk cerrahi yöntemin kar/zarar oranının en doğru şekilde belirlenmesinin önemi azımsanamaz.
Bu soru morbid obezite cerrahisinin uzun dönem sonuçlarının başarısı açısından en kritik noktalardan birine değinmesi bakımından çok önemli. Temeldeki amaç üzüm yemek; yani hastanın çok uzun süre kilolarından kurtulmuş olmasını sağlamak ve bir yandan da bunun için seçilecek cerrahi yöntemin riskinin makul sınırlarda olması. Ekibin cerrahi deneyiminin yanında tüm süreci etkileyebilecek en önemli konuların başında tüm projenin stratejilendirilmesi ve seçilecek ilk cerrahi yöntemin kar/zarar oranının en doğru şekilde belirlenmesinin önemi azımsanamaz.
Ameliyat sonrasında hastaların bazı diyetler konusunda uyumlu ve hazırlıklı olmaları ve kimi zaman da birtakım ek destek tedavileri (birtakım vitamin ve mineralleri) almaları kaçınılmaz olabiliyor. Hem “kısıtlayıcı” ve hem de “emilimi bozucu” bir girişim olan mide by-pass’ı sonrasında bu tarz ek destek tedavileri çok uzun süreler hatta sıklıkla ömür boyu gerekebilmekte. Özellikle menopoz yakını hanımefendiler için bu destek tedavileri daha da önemli ve ameliyat sonrasında sürekli kalsiyum ve D vitamini gereksinimi kaçınılmaz bu hastalarda. Dolayısı ile sürekli birtakım ilaçlar alma konusunda uyum sağlamasının zor olacağını düşündüğümüz kişilerde de tüp mide ameliyatını tercih edebiliyoruz. Çünkü mide by-pass’ı çok etkili bir kilo verme ameliyatı ancak emilim bozukluğu da ön planda olduğu için ameliyat sonrası dönemde hayat boyu bazı mineral ve vitamin desteği alınması kaçınılmaz ve önemli bir gereklilik.
Bazı morbid obezlerde ise ağır derecede psikiyatrik yemek yeme bozuklukları olabiliyor. Bu öyle boyutlarda olabiliyor ki; çok sık, hatta çikolata, kola, dondurma gibi çok yüksek kalorili gıdalara karşı adeta bağımlılığı olan ve bunları devamlı atıştırmadan duramayan ve ABD’de “sweet eater” olarak bilinen özel bir hasta tipi mevcut. Bu hasta grubunda ise tüp mide ameliyatı iyi sonuç vermiyor ve mide by-pass’ı çok daha başarılı oluyor. Dolayısı ile ciddi bir ruhsal değerlendirme bile etkili ameliyat tipinin kararında. Ameliyat tipi tercihindeki en önemli noktalardan biri ise hastanın şeker hastası olup olmaması ve bu şeker hastalığının ne oranda ileri aşamada olduğu. Gerek mide by-pass’ı ve gerekse tüp mide ameliyatlarının (biraz daha az olmak kaydı ile) aslında direk olarak tip II şeker hastalığını tedavi edici etkileri olduğu artık zamanımızda net biçimde biliniyor. Burada bahsettiğim etki kelepçe ameliyatlarından sonra da gözleyebildiğimiz şekilde önce kiloların verilmesi ve hasta yeterince zayıfladığında şekerin de dolaylı olarak düzelmesi tarzı bir etki değil. Yani bu iki girişimin şeker hastalığına katkısı dolaylı yollardan değil, direkt ve dolaysız bir etki ve tam mekanizması aydınlanmış değil. Morbid obezlerdeki diyabet yani şeker konusuna da zamanımız ve yerimiz varsa ileride daha detaylı olarak değiniriz ama şunu şimdi vurgulamamızda yarar var; mide by-pass’ı bu bağlamda tüp mide ameliyatına oranla çok daha etkili. Dolayısı ile tip II şeker hastalığının ön planda olduğu ve şekere bağlı komplikasyonların durdurulmasının ve hatta geri döndürülmelerinin ciddi önem taşıdığı hastalarda mide by-pass’ının tercih edilmesi söz konusu olabiliyor.
Sonuç olarak bir indeks hasta ile karşı karşıya geldiğimizde, eğer ameliyat tedavisine engel özel bir durum yoksa hastaya ait tüm özellikleri bir bir ortaya koyup , hastanın kendisi ile de her iki tedavi opsiyonunun artı ve eksilerini tartışarak en uygun girişimi planlamaktayız genellikle. Unutulmaması gereken konuların başında bir de tüp mide ameliyatının diğer ameliyat olan mide-by pass’ına derhal dönüştürülebilmesi. Bu çok önemli çünkü o hasta tüp mide ameliyatı olduğunda son şansını kullanmış olmuyor! Dolayısı ile uzun dönemde haddinden fazla kilo alınması söz konusu olursa ameliyat gene mide by-pass’ına çevrilebilmekte. Oysa tersi o kadar kolay değil; yani mide by-pass’ı yapılan birine ileride başka bir tekniği uygulamak çok zor.
Yukarıda bahsettiğim ve son silahımız olan “duodenal switch” girişimi ise diğer cerrahi tedavilerden uzun dönemde yarar göremeyen hastalar için her zaman bir alternatif ya da son çare olarak elimizin altında duran bir girişim. Kabaca mide by-pass’ına karşın nadiren de tekrar kilo alanlar için bir son seçenek “duodenal switch”.
Morbid obezler kime başvurmalı?
Öncelikle konunun ciddiyetini anlamalı ve aslında tedavi şanslarının bulunduğunu bilmeliler . Sonrasında da kendilerini suçlamaktan vazgeçip tıbbi yardım aramalılar. Çünkü morbid obezitenin bilimsel olarak kesinkez kanıtlanmış en etkili tedavisi bariatrik ameliyatlar yani şişmanlık cerrahisi. Bariatrik cerrahi sayesinde % 40’lara varan oranda hayatları uzamakta bu kişilerin. Eğer çevrelerinde bu konuya özelleşmiş bir obezite yani şişmanlık merkezi yoksa , ilk olarak bulundukları illerdeki devlet ya da üniversite hastanelerindeki metabolizma ya da endokrin merkezlerine ya da bunlar da yoksa deneyimli dahiliyecilere başvurmaları gerekir. Bu ünitelerde mutlak surette diyet, egzersiz ve gereğince psikolojik destek de alarak bir müddet “ameliyatsız” tedavileri uygulamaları şart. İlaçlar da kullanılabilir belki bu aşamada. Bu şekilde dünyanın en iyi merkezlerinde bile morbid obezlerde başarılı olma şansı malesef çok düşük. Hatta rakam verilirse başarı şansı %2-4 arasında. Ama bu şans az diye tabiki hemen ameliyat tercihi de kesin kez yanlış ve etik de değil.
Çünkü yukarıda söylediğim gibi çok sınırlı ve az hastada başarılı da olsa bazen başarı mümkün ve bu yol mutlaka denenmeli. Ayrıca endokrin uzmanları hastanın tedavi talebi olan bu erken aşamada başta Cushing hastalığı olmak üzere birtakım şişmanlıkla seyreden hormonal bozuklukların var olup olmadığını da ortaya koymalılar öncelikle. Kitap bilgisi ise şöyle; o hastanın en az 6 ay süre ile zayıflamak adına elinden gelen herşeyi yapmış olması ve net biçimde başarısız olması şartı var. Biliyoruz ki bu kişiler ameliyat dışı hiçbir yöntemle zayıflayamamaktalar. İşte bu koşullara uyan; yani zayıflayamadığı kanıtlanmış ve özel hormonal bozukluğu olmayan tüm morbid obezler eğer genel sağlık durumları da genel anestezi almalarına engel oluşturmuyor ise ameliyat adayı aslında.
Biri ben ameliyat olmak istiyorum diye başvurunca nasıl bir yol izleniyor?
Bu soruyu yıllardır diyetle uğraşmasına karşın kilo veremeyen ve cerrahiye yönelik önceden hiçbir tetkik yapılmamış olan bir morbid obez için sorduğunuzu varsayalım. Önce hastayı dinliyoruz ve anlıyoruz ve sonra da ayrıntılı bir muayene yapıyoruz. Yaş ya da yandaş sağlık problemleri nedeniyle bu ameliyatlara mani bir durumunun olup olmadığını anlamak ilk işimiz ve bu çok da uzun sürmüyor. Diyabet ve hipertansiyona bağlı ileri kalp hastalığı veya ciddi akciğer problemi olan 66 yaşındaki bir morbid obezite hastasında ameliyat şansı pek yok örneğin. Dolayısı ile öncelikle yandaş tıbbi problemlerin varlığı ve ciddiyeti ve bariz hormonal bir problem olup olmadığı derhal ortaya konuluyor. Bu aşamada endokrinoloji, kardiyoloji ve akciğer hastalıkları uzmanları ile birlikte çalışıyoruz. Endokrinolog öncelikle Cushing, hipotiroidi gibi hormon hastalıklarına bağlı bir şişmanlığın söz konusu olmadığını muayene ve bazı kan testleri ile 1-2 günde saptıyor. Diyabet varlığı ve aşaması da bu aşamada net biçimde ortaya konuluyor.
Bize başvuran çoğu hasta zaten bu aşamalardan geçmiş olabiliyor ama ben önceden de söylediğim gibi “bakir” bir hastaya evrensel boyutta nasıl yaklaşılması gerektiğini anlatıyorum. Bu sayede ilk olarak şişmanlığın “eksojen” yani dış nedenlerden (çok yemek gibi) oluştuğu saptanıyor. Tüm morbid obezite cerrahisi adaylarını bir kalp doktoru ve göğüs hastalıkları uzmanı görüyor bundan sonra. Kardiyolog detaylı hikaye ve muayene sonrasında hastanın yaşına ve basit tetkik sonuçlarına göre belki eforlu EKG ve ekokardiyografi yapıyor. Bu tetkiklerin tamamı 20 yaşında şişmanlık dışı hiçbir problemi olmayan genç hastalarda gerekmeyebiliyor tabi ki ama çoğu bir dizi probleme sahip obez hastalarda kalp fonksiyonunun ameliyat öncesinde mükemmel olduğunu anlamak hepimiz için son derece rahatlatıcı olmakta. Sonrasındaki durak ise göğüs hastalıkları. Gene hikaye ve muayenenin ardından bir akciğer uzmanı mutlaka solunum fonksiyon testleri uyguluyor ve belki de kan gazlarını görmek isteyebiliyor. Bu sayede hem ameliyat esnasında ve hem de ameliyat sonrasında hastanın ne oranda risk altına gireceği ve yaşanması muhtemel problemler daha detaylı biçimde anlaşılmış ve kimi zaman da hayati önem taşıyabilen önlemler çok erkenden alınmış oluyor.
Nadiren de olsa kardiyolog ya da akciğer uzmanı hastanın ameliyat olmasına mani olabilecek ciddi kalp ya da akciğer sıkıntılarını ortaya koyabiliyor. Hastalarımızın bir de psikiyatrik muayene olmaları mutlak gerekmekte. Ameliyatı neden olacaklarını, nasıl bir ameliyat olduğunu, ameliyat sonrasında kendilerini tam olarak nelerin beklediğini, nasıl bir diyet ve yaşam tarzı ile karşı karşıya kalacaklarını, tüm muhtemel risk ve olası yan etkileri anladıklarından emin olmamız ve ciddi bir psikiyatrik hastalık ya da yemek yeme bozukluğu olmadığını da netleştirmemiz için bu şart. Neticede uyumlu, akıllı ve ameliyata iyi biçimde motive olmuş hastalar bizim için de çok büyük kolaylık yaratıyor. Çünkü morbid obezite hastaları ameliyat sonrasında da birtakım yeni yaşam koşullarına muhatap oluyorlar ve biz cerrahlar için iş ameliyatı yapmakla bitmiyor ve ömürleri boyunca destek vermemiz gerekiyor hastalarımıza. Bu konuda bilinçli , uyumlu ve ciddi psikiyatrik sıkıntıları olmayan hastalarla çalışmak zorundayız.
Morbid obezite ameliyatı öncesinde ne gibi hazırlıklar yapılmalı?
Mutlaka endoskopi yapıyoruz ameliyat öncesinde. Endoskopi içeriye bakmak demek ve burada söz konusu olan “gastroskopi” yani mideye fiberoptik bir hortumla bakmak. Endoskopiyi mutlak surette kendimiz yapıyoruz. Taşın altına elini koyanların başında biz yani bariatrik cerrahi ekibi geldiğinden ve ne ameliyatı yapacak olursak olalım konu üst sindirim sistemini ilgilendirdiğinden; yandaş yutma borusu, mide ve onikiparmak bağırsağı problemlerinin olmadığını kesin anlamak için bu şart. Ünitemizde bu çok kolay ve mükemmel şartlarda yapılmakta. Bir anestezi uzmanı varlığında hastayı uyutarak yaklaşık 4 -5 dakikada yapıyoruz. Hastalar yapıldığının bile farkına varmıyorlar.
Ameliyat öncesi dönemde bir de mutlaka batın ultrasonu istiyoruz ve bunu da deneyimli radyologlar gerçekleştiriyor. Ultrason tamamen zararsız ve hastanın ışın bile almadığı çok kolay bir görüntüleme yöntemi. Obez kişilerde son derece sık gözlenebilen safra kesesi taşı bulunup bulunmadığını ve nadiren de olsa olabilecek başka karın içi yandaş problemlerin varlığını anlamada yardımcı oluyor ultrason. Bariatrik cerrahi öncesinde safra kesesinde taş saptandığı takdirde aynı seansda safra kesesi ameliyatını da yapmak mümkün . Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş oluyor ve bariatrik cerrahi sonrasında ikinci bir ameliyata gerek kalmıyor.
Aşırı şişmanlık için yapılan laparoskopik ameliyatlarda bir yaş sınırı var mı?
Evet var. 65 Yaşın üstünde genellikle yapılmıyor dünya genelinde. Bazen istisnalar olabiliyor tabi ki. Yaşlılarda bariatrik cerrahinin kar/zarar oranı biraz “zarar” lehine değişiyor ve yandaş problemlerin daha sık bulunduğu ileri yaştaki morbid obezlerin yüksek cerrahi risk nedeniyle ameliyat şansı kalmıyor sıklıkla.
Şişman olmak cerrahinin riskini arttırır mı?
Bu çok önemli bir soru ve cevabı birtakım önlemler alınmaz ise kesinlikle evet! Morbid obezite ameliyatlarının risklerini kabaca iki açıdan düşünmek lazım. Birincisi sorunuzdaki gibi salt aşırı kilo nedeniyle oluşan riskler, ikincisi ise yapılan girişimlere yani ameliyatlara özel muhtemel komplikasyonlar. Herşeyden önce aşırı kilolu olmak; özellikle genel anestezi altında bir ameliyat yapılacaksa tıpta “derin ven trombozu” olarak bilinen ve bacaklarımızın toplar damarlarının içinde pıhtı oluşumu olarak tanımlayabileceğimiz hiç istemediğimiz ve hatta korktuğumuz bir duruma yatkınlığı arttırıyor. Diğer bir anlatımla obezite bu tarz pıhtı oluşumu açısından net biçimde kanıtlanmış bir risk faktörü. Burada bir de iyi haberimiz var. Elimizdeki düşük molekül ağırlıklı “heparin” adlı bir ilacın dikkatli biçimde kullanılması ve bacaklara direkt olarak uygulanan özel “pnömotik” basınç çorapları sayesinde bu pıhtı oluşumu riski tam anlamı ile ortadan kaldıralamasa da çok ciddi biçimde azaltılabilmekte. Dolayısı ile obez insanlar da birtakım önlemlerin etkin biçimde alınması ile her türlü ameliyatı rahatlıkla olabilmekteler günümüzde.
Biz de bir kan sulandırıcı ilaç olan heparinin düşük molekül ağırlıklı olan formlarını ameliyat öncesi gün başlamak ve hem ameliyat sırasında ve hem de ameliyat sonrasında aktif biçimde basınç çorapları kullanarak bu muhtemel riskten korumaktayız tüm hastalarımızı. Ayrıca ekibin deneyimi ile de direkt alakalı olarak; ameliyat süresinin kısa olması, hastaların çok erken ayağa kaldırılıp yürütülmeleri de çok önemli bu riskin daha da azaltılması açısından. Açıkcası 600’ü aşkın olguluk serimizde henüz hiçbir olguda gözlemedik pıhtı oluşumunu.
Ameliyatlara özel riskler var mı? Varsa nedir bunlar?
En temel iki ameliyatımızla ilgili olarak yanıtlamak gerekir bu sorunuzu. Yani tüp mide ve mide by-pass’ı ameliyatları için. Cevap ise; kısaca evet var tabiki ! Reflü cerrahisindeki gibi sıfıra yakın bir riskten söz edemeyiz şişmanlık cerrahisinden bahsederken ve bunu hep vurguluyoruz. Önemle bilinmesi gereken konu; reflü hastalığının aksine morbid obezitenin kendisinin de ölümcül bir hastalık oluşu ve bu nedenle tedavisinde uygulanan girişimlere ait fayda ve muhtemel risklerin yani kar/zarar oranının hastalar tarafından eksiksiz biçimde iyi anlaşılması. Morbid obezite böylesine ciddi ve hatta hayati bir problem olduğundan hastanın ameliyat olarak aldığı risk aslında tamamı ile kabul edilebilir ve makul düzeyde. Öte yandan “makul” komplikasyon oranları ise ancak ve ancak ekibin deneyimi ve kendisini bu konuya adamış olması ve eksiksiz ameliyathane teknolojisinin varlığı ile mümkün olabiliyor. Bu satırları okuyan “obez” ya da “obez” yakınlarına karşı karşıya kaldıkları bariatrik ekibin deneyimini ve o ana kadar elde ettikleri sonuçları mutlaka sorgulamaları gerektiğini sağlık vermem gerekir.
Gerek tüp mide ve gerekse mide by-pass’ı ameliyatlarında içi boş organlar olan mide ve “by-pass” da ayrıca ince barsak da belli noktalardan kesilmekte ve sonra da yeniden kapatılmakta ya da birtakım “rekonstrüksiyon” yani yeniden yapılandırmalar yapılmakta. Dolayısı ile her iki ameliyattan sonra erken dönemde en korkulan komplikasyonlar; bu kesilme ve kapatılma hatlarından kanama ve kaçak olması. Bunların oluşmasını engellemek adına tüm dikkat ve önlemlere karşın yine de % 1-2 oranında söz konusu olabiliyor bu komplikasyonlar. Mühim olan ameliyat sonrası erken dönemde bu durumlar oluşsa bile erkenden ve derhal durumu fark etmek ve gereken düzeltici müdahaleleri anında yapmak. Bu açıkcası 24 saat ve 7 gün hizmet verebilen ve kendini bu ameliyatlara adamış deneyimli ekipler söz konusu olduğunda mümkün olabiliyor. Kanamalara acilen endoskopik, bazen ise tekrar laparoskopik girişimlerle müdahale etmek çok nadiren de olsa gerekebilmekte. Kaçak konusuna gelince bu da son derece nadir olan bir durum ancak oluşursa derhal ve anında anlaşılması hayati önem arz etmekte. Dünyadaki birçok merkezdeki gibi biz de ameliyat sonrası günde hastalarımıza ağızdan bir radyoopak sıvı içirerek herhangi bir kaçak olmadığını mutlak surette kontrol etmekteyiz.
Çünkü genellikle ameliyat sonrası erken dönemde oluyor bu kaçaklar. Dolayısı ile tüm hastalarımızı ameliyat sonrası ilk günlerde çok yakın takip ediyoruz. Nedeni belli olmayan ateş ve net bir nedene bağlı olmayan ve yeni ortaya çıkan karın bulguları bizler için alarm bulguları oluyor ve derhal müdahale gerekebiliyor. Kimi zaman deneyimli girişimsel radyologlar ile beraber çalışmamız gerekiyor. Kaçağa bağlı batın içi sıvı toplanmalarının ameliyat etmeden boşaltılması için deneyimli girişimsel radyologlar ekibimizin vazgeçilmez bir parçası. Dikiş hattından sindirim sistemi içindeki kapsamın karın boşluğuna akması yani kaçak durumları; gene endoskopik kliplemeler , özel “stent” uygulamaları ya da bunların sonuçsuz kaldığı durumlarda bazen tekrar ameliyatla çözüm bulabiliyor.
Söz konusu iki ameliyat sonrasında mortalite yani ölme olasılığı dünyanın en yetkin merkezlerinde % 0.4’ ü aşmıyor. Yani 1000 morbid obez hastasını ameliyat ettiğinizde bunlardan 4’ü ameliyat sonrasında kanama, kaçak ya da kalp veya akciğer ile ilgili veya emboli gibi komplikasyonlar nedeniyle malesef kaybedilebiliyorlar. Bizim 600 olguyu aşan serimizdeki mortalite oranımız ise henüz % 0. Şu ana dek iki olguda gözlediğimiz kaçak durumlarını endoskopik stent uygulamaları ile başarı ile tedavi ettik. Müdahale gerektiren kanamamız ise hiç olmadı. Pıhtı oluşumu da hiç gözlemedik. Yani tüm sonuçlarımız bu konuya özelleşmiş diğer dünya merkezlerindekine benzer düzeyde.
Ameliyat sonrası süreç hakkında bilgi verebilir misiniz? Zor bir süreç midir?
Öncelikle tüm bariatrik ameliyatların laparoskopik girişimler olduklarını hatırlatarak başlayalım söze. Dolayısı ile hastalar aynı günün akşamı ayağa kalkabiliyorlar ve 2 en fazla 3 gün sonra da taburcu olabiliyorlar. İş ve güçlerine erkenden dönme, büyük karın kesisi olmaması gibi avantajlar tüm laparoskopik ameliyatlarda aynı şekilde laparoskopik bariatrik cerrahide de var. Yalnız bazı özel diyet uygulamaları gerek tüp mide ve gerekse gastrik-by-pass ameliyatından sonra mutlak surette gerekmekte. Hatta ameliyat sonrasında özel egzersiz programlarına da devam etmelerini istiyoruz hastalarımızın.
Hastalar diyetle kilo veremedikleri için cerrahiye başvuruyorlarsa operasyondan sonra neden diyet yapsınlar?
Gene güzel bir soru sordunuz. Bir kere gerek tüp mide ve gerekse mide by-pass’ı sonrasında kilo verememek hiç ama hiç mümkün değil. Tüm hastalarımız ameliyat sonrası ilk yıl içinde mutlaka 30-60 kilo civarı vermekteler. Ameliyat sonrasında iştah neredeyse tamamen ortadan kalkmakta ve azıcık ve ufacık lokmalarla bile ciddi bir doygunluk hissi oluşmakta. Dolayısı ile hastalarımızın ameliyat ile yeniden yapılandırdığımız üst sindirim sistemlerinin yeni çalışma düzenine daha kolay adapte olabilmeleri için uymaları gereken bir diyetten söz ediyoruz.
Temelde bir morbid obezin bariatrik bir ameliyat geçirmiş olması bunun sonrasında sağlıklı diyet ve egzersiz yapma gerekliliğini ortadan kaldırmıyor ayrıca. Aslında, cerrahinin başarısı kısmen, ameliyat sonrasında size tavsiye edilen diyet ve egzersizle ilgili kurallara ne kadar uyduğunuza bağlı. Hastalar ameliyat sonrasında 5 haftalık bir özel sıvı gıda diyeti ile aşamalı olarak katı gıdalara geçiyorlar. Gıda alımı toplamda oldukça azalıyor. Porsiyonlar küçülüyor. Daha uzun çiğneme önem kazanıyor. Ama burada ameliyatsız yapılan diyetlerden farklı olan ve hastaya kilo vermesinde yardımcı olan esas nokta iştahta olan azalma. Bu etki ilk aylarda çok daha fazla oluyor. Bazı hastalar daha önce severek tükettikleri gıdaları, tatlıları artık hiç aramayabiliyorlar.
Bir de özellikle mide by-pass’ı ameliyatından sonra bazı mineral ve vitaminlerin (kalsiyum, folik asit, D ve B vitaminleri gibi) emilim bozukluğu nedeniyle yetersizliği söz konusu olmasın diye ekstra olarak verilmeleri ve bunun ömür boyu sürmesi gerekebiliyor. Konunun uzmanı diyetisyenler ile ameliyat sonrasında sürekli birlikte çalışmamızın nedeni de bu.
Ameliyat sonrası erken dönemde ki ilk 1-2 ay diyebiliriz buna, gerek tüp mide ve gerekse gastrik by-pass ameliyatları için; ilgili hastanın da bazı özellikleri akılda bulundurularak adeta günlük bir diyet uygulamamız oluyor. Yani ikinci gün şunu, üçüncü gün bunu, 14. gün, 25. gün bunları ve şu miktarlarda alacaksınız gibi müthiş ayrıntılı biçimde yapılandırıyoruz ameliyat sonrası diyet planını. Dolayısı ile ameliyat sonrasında hastalarımızla nerdeyse sürekli temas halinde olmamız ve mutlaka deneyimli ve bu konuda uzman olan diyetisyenlerle ortak çalışmamız gerekiyor.
Skolyoz Nedir, Skolyoz Tedavisi Nasıl Yapılır?
Skolyoz, omurganın yana doğru 10 derecenin üzerindeki eğilmesi olarak tanımlanır. Sağlıklı bir omurgada, omurlar yukarıdan aşağıya doğru boyun, sırt ve bel bölgelerinde düz bir hat şeklinde uzanır. Skolyozda ise omurlar sağa veya sola doğru uzanır ve aynı zamanda kendi eksenleri etrafında döner. Kişinin vücudunu önden ve yandan yani üç boyutta etkileyen bir rahatsızlıktır.
Skolyozun eğrilik açısı artmaya devam ettikçe, sırt ve bel ağrısı oluşmaya başlar. Bu ağrıların dışında nefes darlığı, şişkinlik, çabuk yorulma gibi şikayetler de ortaya çıkabilir. Çünkü eğrilik, akciğerlerin ve kalbin göğüs kafesinde sıkışmasına sebep olur.
Bu bozukluk, ergenlik döneminin başındaki gençleri sağlık sorunu olmasının yanında estetik görünüm olarak da çok etkiler ve gençlerin bedenlerine olan güvenini azaltır. Bu durum da psikolojik sorunlara yol açabilir.
Skolyozun Oluşma Sebepleri Nelerdir?
Birçok farklı nedenden dolayı oluşabilen skolyoza; doğumsal yapısal bozukluklar, omurga tümörleri, sinir ve kas hastalıkları, travma, omurga enfeksiyonları neden olabilir.
Skolyoz Tipleri Nelerdir?
İdiopatik Skolyoz (Nedeni Bilinmeyen Skolyoz): En sık görülen skolyoz türüdür. Ergenlik dönemindeki kız çocuklarında daha çok karşılaşılır. Omurlarda dönme, sırt ve bel bölgesinde asimetrik çıkıntılar oluşur.
Konjenital (Doğuştan Skolyoz): Anne karnındaki çocuğun gelişimi sırasında meydana gelen omurga anormallerinden dolayı oluşan bir skolyoz türüdür. Erken dönemde ortaya çıkan konjenital skolyoz, küçük yaşlarda cerrahi müdahale gerektirebilir. Ayrıca kız ya da erkek çocuklarında aynı oranda görülebilir.
Polio (Çocuk Felci): Beyin felci ya da kas erimesi (distrofisi) gibi rahatsızlıklar geçiren kişilerin kaslarında oluşan felç sonucunda ortaya çıkabilir.
Skolyozun Belirtileri Nelerdir?
Skolyoz hastalığı erken dönemlerde çok fazla belli olmaz fakat ilerleyen dönemlerde farklı sağlık problemlerine dönüşebilir. En yaygın görülen belirtisi de sırt ağrılarıdır. Bunun dışında;
- Omurganın sağ veya sol tarafa doğru eğilmesi,
- Bel ve omuz ağrısı,
- Dik durmada zorluk çekme,
- Nefes darlığı,
- Omuz ve kalçada asimetri,
- Kıyafetlerin vücuda tam oturmaması,
- Yürüme esnasında yaşanan problemler de skolyozun diğer belirtileridir.
Skolyoz Tanısı Nasıl Konur?
Doktor tarafından ayrıntılı bir şekilde muayene edildikten sonra görüntüleme yöntemlerine başvurulur. İlk olarak röntgen filmi çekilir. Buradaki amaç, omurgadaki eğriliği doğrulamak, büyüklüğünü ve yerini saptamaktır. Altı aylık aralarla röntgen filmi çekilmeli ve skolyozun takibi yapılmalıdır. Bunun yanı sıra nörolojik bozukluğu olan veya cerrahi tedavi uygulanacak kişilere kemik sintigrafisi, manyetik rezonans (MR) veya bilgisayarlı tomografi (CT) gibi diğer görüntüleme yöntemleri uygulanır.
Skolyoz Tedavisi
Ortopedi ve Travmatoloji biriminin ilgilendiği Skolyoz hastalığının tanısını erken teşhis etmek çok önemlidir. Çünkü tedaviye erken başlamak sonuçları olumlu yönde etkiler. Tedavi yöntemleri cerrahi ve cerrahi olmayan tedaviler şeklinde iki gruba ayrılır.
Cerrahi Tedavi: Eğriliği 40 derecenin üzerinde olan ve büyümenin devam ettiği kişilere cerrahi tedavi uygulanır. Sırt veya bele yerleştirilen vida ve çubuklar yardımıyla omurgada düzeltme yapılır. Bu aşamada en önemli nokta doğru zamanda doğru ameliyatı yapmaktır ve omurga ve kemik yapısını düzeltirken omuriliği korumaktır.
Cerrahi Olmayan Tedavi: Eğriliği 20 derecenin altında olan kişiler için cerrahi olmayan tedaviler uygulanır. Gözlem, korse tedavisi, özel skolyoz egzersizleri ve rehabilitasyon programları bu tedavi türünün içindedir. Bu yöntemler arasında en bilineni korse tedavisidir. Korse tedavisinde korsenin modeli, bu konuda uzman doktor tarafından belirlenir. Daha sonra sık aralıklarla yapılan takiplerde gereken ilave düzeltmeler uygulanır ve destekler artırılır. Bir diğer yöntem olan skolyoz egzersizleri ise 7 yaşının üstünde ve eğriliği 15 derecenin üzerinde olan kişiler içindir. Bobath, vojta, katharina schroth gibi tekniklerin yanında klasik germe ve güçlendirme egzersizleri de yaptırılır.
Reflü Hakkında Merak Edilen 40 Soru
Reflü en çok hangi şikayetlere yol açar?
Ağza ekşi su ve gıda atıklarının gelmesi, geğirme, şişkinlik, yutma güçlüğü en sık görülen şikayetler arasındadır.
Reflü olduğumuzu nasıl anlarız? Tanısı nasıl konulur?
Yukarıda belirttiğimiz belirtiler ve hastanın hikayesi reflüden şüphelenmemize neden olur. Kesin tanı için gastroskopi yapılmalıdır.
Reflü ses kısıklığı yapar mı?
Evet, ses kısıklığı reflünün atipik belirtileri arasındadır.
Reflüsü olanlar nelere dikkat etmelidir?
Reflüsü olanlar öncelikle tükettikleri besinlere dikkat etmelidirler. Fazla kilolardan kurtulmak, yüksek yastıkta yatmak ve dar kıyafetler giymemek dikkat edilmesi gereken diğer faktörlerdir.
Reflü göğüste ağrı yapar mı?
Evet göğüste ağrı yapabilir. Bu ağrıya yanma hissi de eşlik eder.
Reflü hastaları asitli içecek tüketebilir mi?
Asitli içecekler reflü hastalığına neden olan başlıca besinlerdendir. Bu yüzden hastalara kullanmamalarını öneririz.
Reflüye neden olan kaç tür hastalık vardır?
Yemek borusuyla mide arasındaki kapağın açıldıktan sonra geç kapanması durumu en sık görülen ve hafif formda olan reflü türüdür. Kapağın devamlı açık kalması ve kapak yetmezliği ile kapağın karın içerisinden göğüs boşluğuna fıtıklaştığı ağır şiddette seyreden mide fıtığı ise reflünün diğer iki türüdür.
Neden reflü oluruz?
Yemek borusunda hareket bozukluğu, mide boşalımı ile ilgili sorun, mide kapağında yapısal bozukluklar mevcut ise; yeme ve yaşam şartlarında düzensizlik varsa reflü olunur.
Türkiye’de reflü hastalarının sayısı ne kadardır?
Batı tarzı yeme alışkanlıklarının artması reflünün de artması anlamına gelir. Ülkemizde %20 oranlarında görülen reflü hastalığı her geçen gün artmaktadır.
Dünya’da reflü görülme sıklığı ne kadardır?
Özellikle batı ülkelerinde reflü görülme oranı %30 ila %40 civarlarındadır.
Reflü ile kalp krizi karıştırılır mı?
Reflünün belirtileri kalp krizi ile karıştırılabilir. Özellikle göğüste oluşan ağrı hastalarda kalp krizi endişesine yol açar.
Reflü kalp çarpıntısı yapar mı?
Reflünün kalp kriziyle karıştırılmasının en önemli nedeni göğüste oluşan ağrıdır. Kalp çarpıntısı yapma ihtimali zayıftır.
Mide şikayeti olmadan reflü olunur mu?
İlla ki mide şikayeti olması şart değildir. Bazı hastalarda mide şikayeti olmadan boğaz ağrısı, ses kısıklığı, öksürük gibi belirtiler görülebilir. Hastalarda tüm şikayetlerin birlikte görüldüğü grup nadirdir.
Kuru öksürük reflüden kaynaklanabilir mi?
Bazı hastalarda reflünün tipik belirtileriyle karşılaşılamayabilir. Bir türlü sebebi anlaşılamayan kuru öksürüğün nedeninin reflü olduğunu sıkça görürüz.
Reflü farenjit ve benzeri sorunlara neden olur mu?
Yemek borusuna kaçan mide suyu, gırtlak bölgesinde tahriş yapıp devamlı boğaz ağrısına neden olabilir.
Sigara reflüye neden olur mu?
Sigara mide asidini artırarak yemek borusunda tahrişi artırır. Ayrıca Alt özofagus sfinkterinin işlev bozukluğu reflünün oluşmasında önemli bir etkendir. Sigara, bu kas mekanizmasının kapanma basıncını düşürebilir ve fonksiyonunu bozabilir.
Alkol kullanmak reflü için sakıncalı mıdır?
Alkollü içeceklerin kapak sisteminin daha fazla genişlemesine yol açarak reflüyü artırma özelliği vardır.
Bebeklerde reflü olur mu?
Evet olur. Bu durum bebeklerde gastrointestinal sisteminin tam gelişmemiş olmasıyla alakalıdır. Genellikle sonraki zamanlarda normale döner.
Hamilelerde reflü olur mu?
Hamilelerde karın içi basınç artışı ve hormonal değişikliklere bağlı olarak geçici reflü atakları görülebilir. Çoğunlukla hamilelik sonrasında düzelir.
Ameliyatsız reflü tedavisi mümkün müdür?
Evet, mümkündür. Ancak bu hastalığın seviyesine bağlıdır. Yaşam şartı düzenlemeleri ve ilaç tedavisi ile reflü son bulabilir.
Reflüyü kendi kendimize yenebilir miyiz?
Reflüye neden olan besinlerden uzak durarak, yaşam tarzınızdaki bazı yanlışları düzelterek reflüyü kendi kendinize yenebilirsiniz.
Diyet yaparak reflü hastalığından kurtulabilir miyiz?
Kapak yetmezliği ve mide fıtığı nedeniyle reflü hastalığı gelişenlerde diyetle kalıcı bir iyileşme sağlanması mümkün değildir. Diyet süresince şikayetler azalırken, diyet bırakıldığında aynı şikayetler tekrar yaşanır.
Reflü hastaları hangi besinlerden uzak durmalı?
Portakal, poğaça, yeşil soğan, domates, nane, çikolata, kahve, yağlı yemekler, asitli yiyecekler, baharatlı besinler vb.
Reflü ilaçla geçer mi?
Reflüde ilaç olarak proton pompa inhibitörü (PPI) denilen asit düşürücüler kullanılır. Bu ilaçlar yemek borusunda asidin yaptığı tahrişi ve midenin içindeki asidi ortadan kaldırmaya yardımcı olur. Eğer kapak yapısında mekanik bir bozukluk varsa ilacın kullanım süresi ve etkinliği hastalığın şiddetine bağlı olarak değişir. Yemek borusunda yara açılması veya kapak bozukluğu olması durumunda ilacın kesilmesini takiben hastaların şikayetleri yeniden başlar.
Reflü ilaçları ömür boyu mu kullanılmalıdır?
Mide fıtığı olan, yemek borusunda yara açılan veya kapak yetmezliği bulunan hastaların yaklaşık yüzde 30’unun pompa inhibitörü (PPI) denilen asit düşürücü ilaçları yaşam boyu kullanmaları gerekebilir.
Reflü tedavisine başladıktan sonra hastalıktan hemen kurtulabilir miyiz?
Bu, hastalığın şiddeti ve hastayla alakalı bir durumdur. Eğer reflünün seviyesi oldukça yüksekse ameliyatsız tedavilerde başarı sağlanamaz. Bu durumlarda reflü cerrahisi ile kesin çözüm sağlanabilir.
Her reflü hastası ameliyat olmalı mıdır?
Reflüsü olan her hastaya ameliyat yapılmaz. Sadece ‘unda ameliyata ihtiyaç duyulur. Sürekli ilaç içmek kullananlar, ilacı kestiğinde şikayeti tekrarlayanlar, ilaca rağmen yemek borusundaki yaraları geçmeyenlere laparoskopik cerrahi önerilir.
Reflü ameliyatı riskli midir?
Her ameliyatta komplikasyon ihtimali vardır. Ancak gelişen teknolojiyle ve laparoskopik cerrahiyle bu oran oldukça düşüktür.
Reflü ameliyatı olunmazsa bizi ne gibi tehlikeler bekler?
Reflü hayat kalitesini oldukça düşüren bir hastalıktır. Tedavinin ertelenmesi durumunda hastalığın seviyesinin artacağını ve hayat kalitesinin daha da düşeceğini bilmeniz gerekir. Çok düşük de olsa tedavi edilmeyen reflü hastalığının kansere yol açma ihtimali de vardır.
Reflü ameliyatı sonrası normal hayatıma hemen dönebilir miyim?
Laparoskopi ameliyatından 4-5 saat sonra ayağa kalkabilir, ertesi gün evinize gidebilir, birkaç gün içerisinde de işinizin başına dönebilirsiniz.
Reflü ameliyatı sonrası iyileşme süresi ne kadardır?
Laparoskopik cerrahi sonrasında hastalara ertesi gün taburcu edilir, 2-3 gün sonra masa başı işlerine dönebilirler. Beslenme kuralları ise genellikle 2. hafta sonunda bitirilir.
Reflü, ameliyattan sonra tekrarlar mı?
Tecrübeli bir cerrah tarafından ameliyat yapılmışsa 10 yıllık tekrar oranı %5’in altındadır.
Reflü ameliyatından sonra ömür boyu diyet yapmak gerekir mi?
Reflü ameliyatı sonrası hastaların ömür boyu diyet yapma zorunlulukları ortadan kalkar.
İlerleyen reflü, yemek borusu kanserine yol açar mı?
Reflü hastalığı ile yemek borusunun alt uç kanserleri arasında ilişki vardır. Fakat reflü hastalarında kanser gelişme olasılığı son derece düşüktür. Kanser ancak bazı öncül bulgulardan sonra ortaya çıkabilir.
Reflü ameliyatında laparoskopi yönteminin avantajları nelerdir?
Hızlı iyileşme, hem konforlu hem güvenli ameliyat süreci, işlem sonrasında daha az ağrı hissedilmesi ve küçük kesik nedeniyle daha estetik görünüm elde edilmesi laparoskopik cerrahinin avantajları arasındadır.
Laparoskopik ameliyat herkese yapılabilir mi?
Herkese yapılabilir. Sadece aşırı obez kişilere, hamileliğin ileri seviyesindeki kişilere ve kanama problemi olan kişilere yapmak daha zordur.
Laparoskopik ameliyat ne kadar sürer?
Laparoskopik cerrahi genel anestezi altında, ortalama bir saat sürer.
Laparoskopik ameliyat sonrası iyileşme süresi ne kadardır?
Hasta ertesi gün taburcu edilir. Ameliyattan 4-5 saat sonra tuvalete gidebilir. Masa başı çalışanlar 2-3 gün sonra işlerine dönebilir.
Reflünün belirtileri nelerdir?
Midede yanma, ağza acı su gelmesi, ekşime, yenilenlerin boğazdan yukarı gelmesi, bulantı ve şişkinlik hissi reflünün en sık görülen belirtilerindendir.
Reflünün fazla bilinmeyen belirtileri nelerdir?
Sürekli boğaz ağrısı, yutma güçlüğü, kuru öksürük, ses kısıklığı reflünün az bilinen belirtileri arasındadır.
Myom Nedir, Myomlar Kısırlığa Neden Olur Mu?
Myomlar, rahmin kas tabakasında gelişen iyi huylu tümörlerdir. Bir diğer adı rahim yumrusu olan myomlar genellikle 35 yaş üstü kadınlarda görülür. Çoğu kadın myomları olduğundan haberdar olmayabilir. Bunun sebebi ise yumrular küçük kalabilir ve belirti ya da sorun oluşturmazlar. Fakat myomlar büyük olursa sayısına ve rahim duvarındaki yerleştikleri yere göre çeşitli şikayetler yaratabilirler.
Myomlar rahim duvarındaki yerleşim yerine göre 3’e ayrılır. Bunlar; intramural (rahim kas tabakası içerisinde), subseröz (rahim dış duvar yerleşimli) ve submuköz (rahim iç duvarına yerleşimli)’dür. Rahim iç duvarına yerleşen myomlar en çok kanamaya sebep olan myomlardır. Bunun yanı sıra gebelik problemlerine ve düşük tehlikesine de sebep olabilir. Rahim dış duvarına yerleşen myomlarda ise kanama yoktur. Fakat etrafındaki organlara baskı yapabilir ve bu da kabızlık, sık sık idrara çıkma gibi problemleri doğurabilir. Son olarak da rahim kas tabakası içerisinde olan myomlar hem kanamaya hem de cinsel ilişki sırasında ağrıya sebep olabilir. Bu myom türü saptanır saptanmaz alınmalıdır.
Myom Belirtileri Nelerdir?
Myomlar boyutuna göre farklı belirtiler gösterebilir ama çoğu zaman myomlar semptom göstermez. Kabızlık, hazımsızlık, sık sık idrara çıkma, adet döneminin uzun sürmesi veya karın ağrısı gibi belirtiler var ise kişi muhakkak myom hastalığının olup olmadığı kontrol ettirmelidir.
Myomlar Kısırlığa Neden Olur mu?
Çocuk sahibi olamayan kişilerin %2 veya %3’ünün sebebi myomlardır. Çünkü myomlar rahmin iç duvarında döllenen yumurtaların tutunmasını engelleyebilir. Bunun yanında yumurtalık kanallarına baskı yaparak spermin yumurtaya erişmesini ve döllenmesini de engelleyebilir.
Kimlerde Myom Görülür?
İlk regl olduğu dönem erken olan ve hiç doğum yapmamış kadınlarda myoma daha sık rastlanır. Bununla birlikte obezite sorunu yaşayanlarda, D vitamini eksikliği olanlarda ve alkol tüketimi yüksek olan kişilerde myom daha sık görülür.
Menopozdan sonra myomlarda küçülmeler meydana gelir ve görülmesi sıklığı azalır çünkü myomlar üreme hormonları olan östrojen ve progesteron ile doğru orantıda büyür.
Myomlar hiçbir belirti göstermeyebilir ve tedavi gerektirmeyebilir. Fakat bazılRI belirtiler gösterebilir ve kişinin doktora gitmesine de sebep olabilir. Her iki durumda da kişilerin düzenli kontrol yaptırmaları ve takip edilmeleri olumsuz bir durumla karşılaşmadan tedavi olmalarını sağlar.
Myom Tedavi Yöntemleri Nelerdir?
Kadın Hastalıkları ve Doğum biriminin ilgilendiği bu rahatsızlıkta hastanın yaşı, myomun yerleşim yeri, sayısı ve büyüklüğü, fertilite durumu ve hastanın klinik semptomlarına göre tedavi yöntemleri değişiklik gösterir. Bu tedavi yöntemleri ilaç veya cerrahi yöntemlerdir.
İlaç veya cerrahi yöntemlerle tedavi edilebilir. İlaç tedavisinde doğum kontrol hapları veya hormonlu rahim içi araçlar tercih edilir.
Cerrahi yöntemde amaç hızla büyüyen myomları çıkartmaktır. Rahmin bırakılarak sadece myomların çıkartıldığı ameliyatlara myomektomi denir. Bunun dışında histerektomi de uygulanan bir diğer cerrahi yöntemdir. Histerektomi de rahim yapılarının çıkarılmasıdır. Myomlar çok büyükse, kasık ve karın bölgesindeki ağrılar ile kanamalar durdurulamıyorsa veya diğer tedavi yöntemlerinden herhangi bir sonuç alınamamışsa tercih edilir. Bu işlemden sonra kişinin adet kanaması ya da üreme fonksiyonları sonlandırılmış olur.
Myomektomi ve Histerektomi Sonrası Riskler Nelerdir?
Myomektomi işlemi sonrasında hamile kalan bir kadın sezaryen doğum yapmak zorunda kalabilir. Bunun yanı sıra kimi kişilerin rahminde yara izleri bırakarak kısırlığa da yol açabilir. Son olarak da bu yöntemle alınan myomlar, ameliyat sonrası dönemde yeniden ortaya çıkabilir. Özellikle fazla sayıda myom çıkarılmışsa ileri dönemde yeni myom oluşma olasılığı yüksektir.
Histerektomi sonrası ise bir kadın üreme fonksiyonlarını ve adet kanamalarını kaybeder ve anne olabilme şansı ortadan kalkar. Öte yandan histerektomi işlemi sırasında yumurtalıklar da alınmışsa hasta menopoza erken girebilir. Bu da kişinin psikolojik sıkıntılar ya da kemik erimesi sorunlarıyla karşılaşmasına sebep olabilir.
Kolon Kanseri Tedavi Yöntemleri Nelerdir?
Kalın bağırsak olarak bilinen bölgede ortaya çıkan kolon kanseri, en yaygın kanser türlerinden biridir. Kalın bağırsak, kolon ve rektumdan oluşur. Rektum, dışkının depolandığı yerdir. Kolon ise rektum dışında kalan kalın bağırsak bölgesidir ve ince bağırsakta sindirilmiş besinler bu bölgede tekrar ayrıştırılır. Daha sonra ayrıştırılan besinlerin atılması gereken kısmı, rektumda depolanır.
Kolon kanseri, kolonda yer alan hücrelerde başlar ve erken tanı sayesinde kanser hücreleri sadece kolon içi ile sınırlı olarak tespit edilebilir. Erken tanı için geç kalındığında ise kanser, organlara ve lenf bezlerine yayılabilir. Bu yüzden kolon kanseri tedavisinde erken teşhis çok önemlidir. Sindirim sistemi kanserlerinden erken tanı sayesinde tamamen kurtulmak mümkündür. Hastanemizin Genel Cerrahi biriminden destek alabilirsiniz.
Kolon Kanserinin Sebepleri Nelerdir?
Kolon kanserinin birçok sebebi vardır. Bu sebepler çevresel ve genetik faktörler olarak gruplandırılabilir. Çevresel faktörler; aşırı yağlı beslenme, şişmanlık, hareketsiz yaşam tarzı, sigara ve alkol kullanımı olarak sıralanabilir. Genetik faktörler ise muhakkak takip edilmesi gereken faktörlerdir. Ailesinde daha önce kolon kanseri görülen bir kişinin kanser olma riski yüksektir. Bu kişiler risk altında olduğunu bilmeli ve 40-50 yaşından itibaren düzenli olarak tarama yaptırmalıdır. Bunların yanı sıra meme ve yumurtalık kanseri kadınlarda kolon kanseri riskini yüksek olabilir ve bu kişilere 50 yaşını beklemeden kolon kanseri için tarama yapılması tavsiye edilir.
Kolon Kanseri Belirtileri Nelerdir?
En sık görülen kolon kanseri belirtileri sürekli ishal veya kabızlıktır. Ayrıca anüsten kan gelmesi veya yumurta akına benzer bir salgı gelmesi diğer belirtilerden birkaçıdır. Bunların dışında;
- Dışkılama güçlüğü
- Bağırsakların yeterince boşalamaması hissi
- Kusma
- Karın bölgesinde şişlik ve ağrı
- Ağrılı dışkılama
- Açıklanamayan kilo kaybı da diğer belirtilerdir.
Kanser ilerlemeden tanısı konulması yaşam şansını büyük ölçüde artırıyor. Bu yüzden erken tanı için kolon kanserinin belirtileri takip edilmelidir.
Kolon Kanseri Teşhisi
Kanser tanısında başlıca kullanılan testlerden biri kolonoskopidir. Kolonoskopi yönteminde tümör, bağırsağın içine uzman doktor tarafından yerleştirilen kamera ile görüntülenir. İşlemden önce kişiye genellikle sakinleştirici verilir veya anestezi uygulanır ve kişinin bu işlem sırasında ağrı hissetmesi engellenir. Daha sonra anüse girilerek rektum ve kolona kolonoskop yerleştirilir. Eğer bu işlem sırasında anormal bulgular görülürse, doktor bölgeden doku örneği alır. Doku örneği alma işlemi de biyopsi olarak adlandırılır. Alınan doku incelenir ve sonucuna göre tedavi süreci başlatılır.
Diğer testler ise şu şekilde sıralanabilir:
Dışkıda gizli kan incelenmesi: Kişiden küçük miktarda dışkı örnekleri alınır ve laboratuvarda incelenir.
Laboratuvar tetkikleri: Tam kan sayımı ve biyokimyasal tetkikler yapılır.
Radyolojik tetkikler: Çift kontrastlı kolon grafisi ve bilgisayarlı tomografi yapılır.
Kesin tanı için endoskopik tetkikler: Rektoskopi, sigmoidoskopi, kolonoskopi ve biyopsi yapılır. Görülen lezyondan parça alınır ve patolog tarafından incelenir.
Kolon Kanseri Tedavi Yöntemleri Nelerdir?
Kolon kanseri tedavisinde kişinin yaşam süresini ve kalitesini artırmak amaçlanır. İlk önce kansere dönüşme ihtimali olan polipler kolonoskopiyle alınır. Kanser ileri bir seviyeye gelmişse de cerrahi müdahaleler ile tümörün olduğu kısımlar çıkartılır. Eğer kanser lenf ve damar üzerinden metastaz yapmışsa da kemoterapi gibi tedavilerle tümörün küçülmesi beklenir.
Kolon kanserinde sadece kalın bağırsaktaki tümörü çıkarmak yeterli olmayabilir ve yayıldığı organ ya da dokuların da kısmen alınması gerekebilir. Çünkü kalan dokularda hastalık tekrar edebilir. Bu yüzden kişinin yaşamına kaliteli ve uzun süre devam etmesi için önlemini almak gerekir.
Kolon Kanserinden Korunmak İçin Neler Yapılmalıdır?
Beslenme: Beslenme düzenine dikkat etmek gerekir. Özellikle lifli besinler bağırsak sistemi için çok faydalıdır. Aşırı yağlı, baharatlı besinler bağırsakları yorar ve bu besinler sıklıkla tüketilmemelidir. Bunların yanında Kalsiyum ve D vitamininin yeteri kadar alınması da çok önemlidir.
Egzersiz: Düzenli egzersiz yapmak birçok kanser hastalığının riskini azaltır. Fakat egzersiz programına başlamadan önce doktora başvurulması gerekir ve doktorun önerdiği programa uyulmalıdır.
Polip Tarama Programları: 40-50 yaşından itibaren risk altında olan kişilerin düzenli tarama testlerini yaptırması çok önemlidir. Eğer kişinin ailesinde kolon kanseri geçmişi varsa bu konuda daha özenli davranması gerekir. Mümkünse bu kişilerden dışkı düzenini rutin takip etmesi istenir.
Alzheimer Hastalığı Neden Olur, Nasıl Tedavi Edilir?
Alzheimer
Nörolojik bir rahatsızlık olan alzheimer, beyin dokusunda incelme sonucunda hafıza, konuşma ve motor becerilerinde meydana gelen bozukluklar olarak bilinir. Alzheimer, bilişsel gerilemenin yanı sıra çeşitli nöropsikiyatrik davranışsal rahatsızlıklara neden olur. Kişinin günlük yaşam fonksiyonlarında bozulmalar ortaya çıkaran ve kişide çeşitli fiziksel ve psikolojik yıkımlar meydana getiren bir hastalıktır.
Alzheimer en sık görülen demans tipidir. Alzheimer demansı bütün demansların yaklaşık %60 ila %80’inden sorumludur. Bilişsel ve sosyal işlevlerde azalma sonucu bellek, konuşma, algılama ve problem çözme gibi işlevlerden en az ikisinde bozukluk olması olarak nitelendirilir. Birden fazla zihinsel alanda kalıcı ve ilerleyici gerilemenin günlük aktivitelerini bozmasıyla sonuçlanan bir klinik sendromdur.
Alzheimer Hastalığı Neden Olur?
Beyin hücrelerinin daha erken ölmesi nedeniyle ortaya çıkan alzheimer hastalığının ortaya çıkış nedeni tam olarak bilinmiyor. Yaş, geçmişte yaşanan depresyon, kalp krizi, tansiyon veya kolesterol yüksekliği gibi kalp rahatsızlıkları, geçmişte olan ciddi kafa yaralanmaları gibi faktörler hastalık açısından risk yaratan durumlardır.
Alzheimer Hastalığının Belirtileri Nelerdir?
Alzheimer hastaları, genellikle bilişsel ve davranışsal faaliyetlerde meydana gelen farklılıklardan dolayı kliniklere başvurur. Başlangıç belirtileri genellikle küçük çaplı hafıza sorunlarıdır fakat hastalık ilerledikçe farklı belirtiler ortaya çıkar. Bu belirtiler şunlardır:
- Kişinin günlük aktivitelerini yapmakta zorlanması
- Kaygı ve depresyon
- Bilinç bulanıklığı
- Konuşmada zorlanma
- Kaybolma
- Paranoya
- Kişinin hatırlayamadığı olayları inkar etmesi
- Halüsinasyon
Bahsedilen belirtiler hastalığın teşhis edildiği dönemlerde çok sık görülür. Fakat hastalığın ilerlemesiyle birlikte bu belirtiler daha da ilerler ve kişi bakıma muhtaç hale gelebilir.
Alzheimer Hastalığını Önlemek İçin Neler Yapılmalıdır?
Dengeli beslenmek, alkol, tütün ve madde kullanımından uzak durmak ve egzersiz yapmak bu hastalığın ortaya çıkma süresini yavaşlatmak için faydalı olan yöntemlerdir. Özellikle kalp damar ve obezite hastaları yüksek risk grubunda oldukları için bu kişiler yaşlandıkça fiziksel aktivite seviyelerini korumalıdır.
Alzheimer Hastalığının Evreleri Nelerdir?
Hastalığın erken evre, orta evre ve ileri evre olarak üç evresi vardır.
Erken Evre: Genellikle hastalığın ilk 2-4 yılını kapsar. Sürekli ve yakın süreli bellek sorunları, kişinin kendini ifade etmede hafif zorluk yaşaması, yazı yazma veya bir alet kullanmada zorluk yaşamaya başlamak, kişilik özelliklerinde değişimin başlaması ve sinirli ve halsiz olması erken evrenin özellikleridir.
Orta Evre: Genellikle hastalığın 2-10 yıllık dönemidir. Geçmişteki anıların ve öğrenilmiş bilgilerin yavaş yavaş kaybolmaya başlaması, problemlerle başa çıkmada zorlanma, İlerleyen bellek bozukluğu, sebep sonuç ilişkisi kurmada güçlük, davranışsal bozuklukların daha da belirgin hale gelmesi, yakınlarını tanımada zorlanma ve paranoya gibi durumlar orta evrede görülür.
İleri Evre: Geçmişi ve şimdiki zamanı karıştırma, yakınlarını tanıyamama, iletişim kurmada ileri seviye bozukluklar, yatağa bağımlı olma durumu gibi tamamen bakıma muhtaç seviyedeki kişiler ileri evrededir.
Alzheimer Tanısı Nasıl Konur?
Bu hastalığın erken evresinde tanı koymak oldukça zordur. Genellikle kişinin gösterdiği belirtiler depresyon ya da unutkanlık ile karıştırılabilir. Fakat kişinin yakınlarının davranışlarında meydana gelen değişimleri gözlemlemesi teşhis sürecinde önemli bir rol oynar.
Tanı sürecinde psikoterapi ve görüntüleme yöntemleri bir arada kullanılır. Bilgisayarlı tomografi (BT), manyetik rezonans (MR), pozitron emisyon tomografi (PET) gibi yöntemlerin yanında; kan testleri, ayrıntılı anamnez, fiziksel muayene ve nöropsikolojik testler de tanı konulabilmesi için istenebilir.
Alzheimer Hastalığının Tedavi Yöntemleri Nelerdir?
Alzheimer hastalığını sonlandıran ya da ilerleyişini durduran kesin bir tedavi yöntemi bulunmuyor. Fakat ilerleyişini yavaşlatmak için ilaçlı ve ilaçsız bazı yöntemler vardır. İlaçlı tedavide asetilkolinesteraz inhibitörleri ve memantin gibi ilaçlar kullanılır. İlaçsız tedavide ise egzersizler, masaj, dans gibi rehabilite edici tedaviler tercih edilir.
Bel Fıtığı Sebepleri Nelerdir?
Bel Fıtığı
Diskler, amortisör görevi gören, omurganın hareket yeteneğini sağlayan, omurlar arasındaki dokudur. Bel bölgesindeki omurların arasındaki bu diskin yırtılarak sinirleri sıkıştırmasına bel fıtığı denir. Beyin ve Sinir Cerrahisi bel fıtığı ile ilgilenen birimdir.
Kaymış ya da yırtılmış disk olarak da adlandırılan bel fıtığı, sinirler üzerinde bir basınç oluşturur ve bu da şiddetli ağrılara neden olabilir. Her ne kadar sinir basısı bel bölgesinde olsa da, ağrılar bu sinirlerin hedef organı olan bel, kalça ya da bacak bölgelerinde de görülebilir. Örneğin bel ağrısı, bacak ağrısı, kas güçsüzlüğü, bacak uyuşması ortaya çıkabilir.
Bel Fıtığı Belirtileri Nelerdir?
En yaygın görülen belirti belden bacağa doğru yayılan ağrıdır. Kişiler çoğunlukla bu şikayetle doktora başvururlar ama her bel fıtığı hastasında bu belirtiler görülmeyebilir. Başlangıçta sadece bel bölgesinde ağrı görülebilir. Ağrı çoğu zaman bacağın arka kısmı boyunca kalçaya, dize hatta topuğa kadar yayılabilir. Öksürme, ıkınma ve hapşırma gibi omurilik basıncını arttıran durumlarda ağrı artabilir.
Bel fıtığının çok daha ileri seviyelerinde, bacaklarda güçsüzlük de ortaya çıkabilir. Bunun yanı sıra, idrar tutamama sorunu da ortaya çıkar. Bütün bu belirtiler kişiden kişiye göre farklı aşamalarda gerçekleşir.
Bel Fıtığı Sebepleri Nelerdir?
Hareketsiz yaşam tarzı, obezite, günlük yaşamda omurga fizyolojisine uygun bir şekilde hareket etmeme veya meslek ile ilgili oturuş ve duruş bozuklukları en yaygın sebeplerdir.
Bel fıtığı her yaşta ortaya çıkabilir. Genellikle ileri yaştaki insanlarda daha sık rastlanan bel fıtığı hastalığı, diskin dış kısmındaki halkada zayıflama veya yırtılma sonucunda genç hastaların sağlıklı görünen disklerinde de fıtıklaşma ortaya çıkabilir.
Bel Fıtığı Teşhisi Nasıl Konulur?
İlk önce doktor tarafından kişinin tıbbi geçmişi öğrenilir ve fiziksel muayenesi yapılır. Doktor fiziksel muayene esnasında kişinin şikayetlerini, rahatsızlığının sebebini araştırır. Daha sonra kişiye birtakım testler-taramalar uygulanır. Röntgen, manyetik rezonans görüntüleme (MRI), miyelogram, bilgisayarlı tomografi Taraması ve elektromiyografi (EMG) bel fıtığı tanı sürecinde kullanılan cihazlardır.
Bel Fıtığının Tedavi Yöntemleri Nelerdir?
Bel fıtığı tedavisi kişiye özgü belirlenir ve uygulanır. İleri güç kaybı, idrar tutamama gibi belirtilere sahip olmayan kişilerde cerrahi yöntemlere başvurulmaz.
Bel fıtığı tedavisinde ilk aşama dinlenmedir. Dinlenme daha çok omurgaya yük bindiren hareketleri kısıtlamak şeklinde olur. Ayrıca ağrı kesici ve kas gevşetici ilaç tedavileri de uygulanır. Bazı durumlarda kontrollü bir şekilde steroid tedavisi yapılabilir. Korseleme yöntemi de gerekli olduğu durumlarda kısa süreli ve doktor kontrolünde uygulanabilir.
Bunların dışında bel fıtığının tedavisinde fizik tedavi yöntemleri de önemlidir. Sıcak uygulamaları, ağrı kesici akım tedavileri, masaj, mobilizasyon, ultrason, lazer, manuel terapi, kuru iğneleme ve bantlama en sık kullanılan tedavi yöntemleridir.
Çok nadir olarak büyük bir disk hernisi, mesane ve bağırsakları kontrol eden sinirlere baskı yaparak mesane ve bağırsak kontrolünün kaybına sebep olabilir. Kasık ve genital bölgenin uyuşması ya da karıncalanması da belirtileridir ve idrar tutamama gibi sonuçlar doğurabilir. Böyle bir durumdaki kişiye cerrahi müdahale yapılır. Bel fıtığı ameliyatındaki amaç fıtıklaşmış diskin ağrı, kuvvet kaybı gibi şikayetlere sebep olmasını önlemektir.
Bel fıtığı ameliyatı yöntemine diskektomi ve kısmi diskektomidir. Fıtıklaşmış kısmın çıkarılması işlemidir. Bu işlem genellikle bir endoskop ya da mikroskop kullanılarak küçük cerrahi kesiler ile yapılır.
Kişi ameliyat masasına yüzüstü yatırıldıktan sonra çömelme pozisyonuna benzer bir pozisyona getirilir ve fıtıklaşmış diskin üzerindeki cilde küçük bir kesi yapılır. Sonrasında cerrahın sıkışan siniri görebilmesi için küçük bir miktar kemik çıkarılabilir. Fıtıklaşmış disk ve diğer kopmuş parçalar sinirin üzerinde hiçbir baskı kalmayacak şekilde çıkarılır. Sinirin herhangi bir baskıya maruz kalmayacağından emin olmak için baskı yapabilecek olan kemik çıkıntılar da çıkarılır ve işlem tamamlanır.
KOAH’ın Belirtileri Nelerdir ve Evreleri Nelerdir?
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı olan KOAH; yaygın olarak görülen ama toplum tarafından çok iyi bilinmeyen, hava yollarının daralması sonucu rahat ve sağlıklı bir şekilde nefes almayı engelleyen bir akciğer rahatsızlığıdır.
Dünya nüfusunda 40 yaş üzeri olan kişilerin yaklaşık %10 ila %15’i KOAH hastasıdır. Ülkemizde ise, yaklaşık 4 milyon KOAH hastası vardır. KOAH, sinsi ilerleyen bir hastalıktır. Bu yüzden de genellikle ilerleyen evrelerde teşhis edilebiliyor.
KOAH sadece akciğerleri değil tüm vücut sistemini olumsuz yönde etkileyen bir hastalıktır. Kemik erimesi, kalp damar tıkanıklıkları, diyabet, kaslarda enfeksiyon dışı iltihaplar gibi problemler KOAH ile birlikte görülebilir. KOAH akciğer yaşlanmasını hızlandırır.
Sigara hastalığın en önemli nedenlerinden biridir. KOAH yaklaşık 20 yıl boyunca günde bir paket sigara içmiş olan kişilerde görülür. Günde bir paketten de fazla sigara içildiğinde, bu süre daha da kısalır. Hastalık, genellikle 40 yaşından sonra belirtiler göstermeye başlar. KOAH tanısı konulan kişilerin büyük bir kısmı sigara içen veya uzun süre boyunca sigara içmiş ve sonrasında bırakabilmiş kişilerdir.
KOAH’tan korunmak için alınması gereken birkaç önlem söz konusudur. Bunlardan ilki sigarayı bırakmak ve sigara içilen ortamda dahi bulunmamaktır. Bunun yanı sıra düzenli egzersiz yapılmalı, hava kirliliğinin fazla olduğu zamanlar dışarıya çıkılmamalı ve sağlıklı bir beslenme programına göre hareket edilmelidir.
KOAH’ın Belirtileri Nelerdir?
Balgamlı öksürük ve nefes darlığı KOAH’ın en yaygın belirtileridir. Hafif evrede öksürük aralıklı bir şekilde kendini belli eder fakat ilerleyen evrelerde öksürük gün boyu olacak şekilde her gün görülebilir. Balgam ise genellikle koyu kıvamlı ve gri-beyaz renktedir. Balgam artışı sadece KOAH belirtisi değil, bronşit hastalığıyla da ilişkili olabilir. Erken evrede nefes darlığı belirtisi olmayabilir ama ağır efor gerektiren faaliyetlerde kişiler nefes darlığı çekebilir.
Orta evrede ise kişi öksürük, balgam ve nefes darlığı belirtilerini daha net hisseder. Çabuk yorulma, rahat nefes alamama ve halsizlik ile birleşen nefes darlığı sonucunda kişi doktora gitme ihtiyacı hisseder ve genellikle bu evrede kişiye KOAH tanısı konulur.
KOAH’ın Evreleri Nelerdir?
Hafif Evre: Hafif evrede genellikle hastalığın tanısı konulamaz. Belirtilerin hafif olduğu bu evrede merdiven çıkma, hızlı yürüme veya ağır iş yapma esnasında nefes darlığı hissedilebilir.
Orta Evre: Orta evrede de hafif evrede olduğu gibi kondisyon gerektiren bir hareket sırasında nefes darlığı söz konusu olabilir. Bazı kişiler günlük işlerini yaparken dahi nefes darlığı hissedilebilir. Orta evredeki KOAH hastalarının balgam ve öksürük şiddeti arttığı için akciğer enfeksiyonu, soğuk algınlığı gibi rahatsızlıkları geçirmesi durumunda, bu hastalıkların iyileşmesi diğer kişilere göre daha uzun sürer.
Ağır Evre: Günlük işlerde nefes darlığı hissedilir ve bu duruma halsizlik de eklenir. Hafif ve orta evreden farklı olarak ağır evrede nefes darlığı gece de görülür ve kişinin uyku düzenini olumsuz bir şekilde etkiler.
Çok Ağır Evre: Günlük işlerin yanı sıra, kişinin hareket etmediği ve oturur halde olduğu durumlarda bile nefes darlığı hissettiği bu evrede, kişi işe gidemez hale gelir ve evin içinde yürümekte dahi zorlanırlar.
KOAH Tedavisi
KOAH tedavisinde başarılı bir sonuç elde edebilmek için uyulması gereken kurallar vardır.
- İlk yapılması gereken sigarayı bırakmaktır.
- Kişi tozlu veya hava kalitesinin düşük olduğu ortamlarda bulunmamaya çalışmalıdır.
- Düzenli ilaç tedavisini aksatmamalıdır.
- Kandaki oksijen seviyesinde ciddi azalmaların görüldüğü çok ağır KOAH hastalarında oksijen tedavisi uygulanmalıdır. Solunum rehabilitasyonu, grip ve zatürre aşıları, fizik tedavi, solunum destek cihazları ve cerrahi müdahale ise KOAH tedavisinde başvurulan diğer yöntemler arasında yer alır.
Katarakt Neden Olur, Nasıl Tedavi Edilir?
Göz bebeğinin arkasında bulunan ve görmeyi sağlayan doğal merceğin saydamlığını kaybederek matlaşması sonucunda meydana gelen hastalıktır. Göz, kornea ve lensin kırıcılığı ile saydamlığı sayesinde net görmeyi sağlar. Özetle, lenste saydamlığın azalmasına ve kesikliklerin oluşmasına katarakt denir. Katarakt hastalığının tek tedavisi cerrahidir. Katarakt tedavisi çok geç kalınmadan yapılmalıdır.
Genellikle 60’lı yaşlarda oluşmaya başlar fakat bazen erken yaşlarda, hatta bebeklik döneminde bile karşımıza çıkabilir. Bunun yanı sıra gözüne darbe alan şeker hastalarında veya uzun süre kortizon kullanan kişilerde de erken dönemde katarakt görülebilir.
Katarakt tehlikeli bir hastalık değildir. Hayati risk oluşturmaz. Ancak kataraktın kişinin görmesi anlamında riske soktuğu durumlar söz konusudur. Örneğin ameliyat olmak için çok uzun süre beklemenin ameliyatı zorlaştırmasıdır. Bu yüzden eski yöntemlerdeki gibi kataraktı bekletmemek gerekir.
Katarakt Belirtileri Nelerdir?
Görme seviyesinde azalma, gece görüşünde bozukluk, ışığa karşı hassasiyet, güneşli havalarda bulanık görme, gözlük numaralarının sık sık değişmesi ve renklerde bulanıklaşma kataraktın en belirgin semptomlarıdır.
Katarakt Neden Olur?
Katarakt, çıkış türüne göre ikiye ayrılır. Bunlardan ilki doğumsal kataraktır. Doğumsal katarakt doğumdan itibaren, lensin tek veya çift taraflı saydamlığını kaybetmesi ve opaklaşması olarak tanımlanır. Annenin hamilelik sırasında geçirdiği enfeksiyonlara ya da kullanılan ilaçlara bağlı olarak ortaya çıkabilir, bazen ise hiçbir nedene bağlı olmayabilir.
Yaşlılık kataraktı ise 50 veya 60 yaş üzerindeki kişilerde görmenin giderek azalmasıyla ortaya çıkar. Kataraktın gelişme riski diyabet hastalarında % 60 daha fazladır. Bu grupta hızlı ilerleyen katarakt, 30’lu veya 40’lı yaşlarda da önemli bir göz sorunu haline gelebilir.
Yukarıda bahsettiğimiz iki türün yanında miyop ve Down sendromu gibi erken yaşlanmaya sebep olan hastalıklar da katarakta yol açabilir. Bu kişiler, genelde ‘sisli ya da dumanlı görme’ şikayetiyle göz doktoruna başvurur. Bu durum zamanla görmeye önemli ölçüde zarar verir. Özellikle geceleri karşıdan gelen ışığın dağılmasına bağlı olarak gözlerde kamaşma, okumada zorluk, yüzleri tanıyamama, televizyon izlemede zorlanma, cisimlerin renklerini koyu görme ve yakın gözlüğüne olan ihtiyacın azalması gibi belirtiler kataraktın belirtileridir.
Katarakt Tedavisi
Günümüzde kataraktın kesin tedavi şekli ameliyattır. Katarakt ameliyatında saydamlığını kaybetmiş olan lens modern fako cerrahisi ile göz dışına alınır ve yerine yapay göz içi mercekleri yerleştirilir. Bu merceklerin yerleştirilmesi zorunludur.
En yaygın uygulanan katarakt ameliyatı yöntemi fakoemülsifikasyondur, kısaca fako olarak adlandırılır. Bu ameliyatlar cerrahın tercihine göre damla, lokal veya genel anestezi altında yapılır. Fako yönteminde lazer değil, ultrason gücü kullanılır. Bu işlemin avantajı, çok küçük bir kesi ile gerçekleştirilmesi ve kişinin çok hızlı iyileşmesidir. Yaklaşık 3 mm. uzunluğunda bir kesiden göz içine girilir. Ve kalem gibi bir aletle katarakt içeride ultrason gücüyle parçalanır. Sonrasında kesinin fazla genişletilmemesi için katlanır bir mercek konulur ve dikişe gerek kalmaz.
Katarakt ameliyatları kişinin durumuna göre değişebilir ve ameliyat süresi de buna bağlıdır. Fakat fako yöntemi ortalama 20-30 dakika sürmektedir.
Kataraktan Nasıl Korunulur?
Yaşa bağlı ortaya çıkan katarakt oluşumunu tam olarak engellemek mümkün değildir. Fakat riskleri azaltmak için birkaç dikkat edilmesi gereken unsur vardır. Bunlar:
- Sigara içiliyorsa bırakmak,
- Sağlıklı ve dengeli beslenmek,
- Gözleri güneş ışığından korumak,
- UV-B ışığını geçirmeyen güneş gözlüklerini kullanmak,
- Şeker hastalığını kontrol altında tutmak,
- Düzenli göz muayenesi olmak,
- Alkol alımını azaltmak olarak sıralanabilir.
Denizli Odak Hastanesi Göz Sağlığı ve Hastalıkları biriminden randevu alabilir ve gerekli kontrolleri yaptırabilirsiniz.
Osteoporoz (Kemik Erimesi) Nedir?
Osteoporoz, güçlü kolajen ifllerine bağlı mineraller ve çoğunlukla kalsiyum tuzlarından oluşan bir yapıdır. Bununla birlikte, osteoporoz kemik yoğunluğunun aşırı kaybı nedeniyle kemiklerin çok daha kırılgan hale gelmesi anlamına gelir. Yaşlandıkça bu yapının gücünü kaybetmesi, zayıflaması ve dengesiz hale gelmesi normaldir. Osteoporoz, kelimenin tam anlamıyla süngerimsi (gözenekli) kemik anlamına gelir. Kemik yoğunluğu azalır, içlerinde boşluklar oluşarak gözenekli bir yapı haline gelir. Bu onları kırılmaya ve çatlamaya eğilimli hale getirir. En ufak bir kırılma veya burkulma sonrası kemiklerin incelenmesi ile ortaya çıkmıştır. Osteoporoza bağlı kırıkların en sık görüldüğü kemikler el bileği, omurga ve kalça kemikleridir. Osteoporoz yaşla birlikte artar ve kadınlarda erkeklerden daha sık görüldüğü tespit edilmiştir.
Belirtileri Osteoporozun belirtileri nelerdir?
Kemik erimesi erken evrelerde semptomlara neden olmaz. Kemik yoğunluğunun kaybolmasına rağmen kemikte kırık veya çatlaklar olmadıkça ya da kemik yoğunluğu yapılmadıkça hastalığın saptanması çok zordur. Osteoporoz ilerledikçe, hastaların kendileri de belirli semptomlar yaşayabilir. Bunlardan bazıları şunlardır: Omurganın kırılması veya çökmesine bağlı bel ağrısı, kemiklerin eğriliği nedeniyle zamanla boynun kısalması ve bozuk duruş, basit hareketlerle oluşabilen kırık ve çatlaklardır. Semptomlar sadece osteoporoz ilerlediğinde ortaya çıkar. Hastalık bu aşamaya ulaştığında, kemik hasarının onarılması çoğunlukla imkansızdır. Bu nedenle yaşlılar hastalıktan korunmak için gerekli yaşam tarzında değişiklikler yapmalı, beslenmelerine dikkat etmeli ve düzenli egzersiz yapmalıdır. Kadınlar, doktorların tavsiye ettiği aralıklarla kemik yoğunluğu taraması yaptırmalıdır.
Osteoporozu teşhis etme süreci nedir?
Osteoporoz, kemik yoğunluğu ölçümü ile teşhis edilir. Kemik kırıkları ile elde edilen verilere dayanılarak konur. Osteoporotik kemiğini destekleyen kaslar, kalça, sırt ve bel kasları düzenli egzersizle güçlendirilirse hasta yaşlı veya osteoporozlu olsa bile bu kemik kırıklarının azaltılmasında rol oynayabilir. Bir kemiğin kırılmaya direnmesi için sağlıklı kas dokusuna ve bu kemiği koruyacak ve harekete geçirecek bir sinir sistemine ihtiyacı vardır. Bütün bunlar için kemik rezervlerinin kalsiyum ile doldurulması gerekir. Bu nedenle D vitamini çok önemlidir. D vitamininin en büyük kaynağı güneştir. Kalsiyum alımını sürdürmek için beyaz peynir, süt ve yoğurt gibi besinlerin tüketimine dikkat edilmeli ve egzersiz yapılmalıdır. Kadınlarda düşük östrojen seviyeleri, erkeklerde düşük testosteron seviyeleri ve kortizon ilaçları kullanıcıları için osteoporoz tanısı risk altında olabilir.
Osteoporoz için tedavi yöntemleri nelerdir?
Osteoporoz tanısı alan hastalarda amaç kemik yapısını güçlendirmek ve kemiği olası bir kırık oluşumundan korumaktır. Farklı bir durum olmadıkça koruyucu tedaviye başlanır. Koruyucu tedavinin başlangıç noktası hastaya bağlıdır. Tempolu yürüyüş, kemiğin mevcut gücünü korumasını sağlar. Kişinin kasları aktivite ve hareket yoluyla geliştiğinden kemiklere etki eden zorlayıcı kuvvetler de azalır. Dolayısıyla kırık riski azalır. Koruyucu ilaçlar osteoporozda görülen yıkımı azaltabilir ve dengeleyebilir. Bu tür ilaçlar tedavide hastanın yaşına göre kullanılmaktadır. Ancak sadece medikal tedavi yeterli değildir. Aynı zamanda tedavi programına düzenli egzersiz de eklenmelidir. Omurga kırığı ile gelişen ilerlemiş osteoporozu olan hastalar, bu kırıklarla ilişkili ağrıyı azaltmak için ek önlemler almalıdır. Bunlar; düzenli egzersiz programları, korse bakımı ve bazı organik maddelerle kemik dolgusu yapılabilir. Son olarak, osteoporozun ilerlemesini önlemek için D vitamini alınması oldukça önemlidir. Ayrıca sigara ve alkol gibi risk oluşturan faktörlerden uzak durulması ile osteoporoz riskini en aza indirebilirsiniz.
Sağlıklı bir yaşam için Denizli Odak Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon bölümlerine gelerek uzman doktorlarımıza muayene olabilirsiniz. Bilgi ve randevu için tıklayın.
Glokom Nedir, Nasıl Tedavi Edilir?
Glokom, göz içindeki intraoküler basıncın yüksek olması sonucu oluşan bir göz hastalığıdır. Bu hastalık, gözün içinde bulunan sıvının dolaşımını etkileyerek, gözün arka kısmındaki ince sinir liflerinin zarar görmesine neden olur. Glokom, gözün doğal olarak oluşan sıvısının düzenli olarak drenajını etkileyerek, göz içindeki basıncın artmasına neden olur. Bu yüksek basınç, gözün sinir liflerine zarar vererek, görme kalitesini düşürür ve göz hastalığına yol açar.
Glokom hastalığı kimlerde görülür?
Glokom, herhangi bir yaşta ortaya çıkabilir ancak genellikle yaşlıları etkiler. İleri yaştaki hastalarda, sigara kullanan kişilerde, şeker hastalarında, miyop hastalarında, uzun dönem kortizon tedavisi görmüş kişilerde, ailesinde genetik yatkınlık bulunan kişilerde görülme ihtimali daha yüksektir. Glokom, genellikle ilerleyici bir hastalıktır ve tedavisi önemlidir çünkü görme kalitesini düşürür ve göz hasarına yol açabilir. Bu nedenle glokomun belirtileri görülürse, bir göz hekimine başvurulması önemlidir. Glokomun sebepleri arasında yaş, diyabet, hipertansiyon ve göz içindeki sıvının bozulması gibi faktörler yer alır.
Glokom belirtileri nelerdir?
Glokomun belirtileri arasında görme kalitesinde azalma, gözlerde ağrı, gözlerde aşırı yorgunluk gibi belirtiler vardır. Glokom, göz içinde bulunan kan damarlarının tıkanması sonucu oluşan bir göz hastalığıdır. Glokom belirtileri şunlardır:
- Görme kaybı: Glokom ilerledikçe, göz içindeki kan damarlarının tıkanması nedeniyle görme kalitesi azalabilir. Bu, özellikle uzaktaki nesnelerin görülmesinde daha belirgin olabilir.
- Baş ağrısı: Glokom belirtileri arasında baş ağrısı da olabilir. Bu ağrı genellikle gözlerin etrafında veya gözlerin arkasında hissedilir.
- Bulanık görme: Glokom nedeniyle görme kalitesi azalır ve nesnelerin net olarak görülmesi zorlaşabilir.
- Gözlerin açık kalma isteği: Glokom nedeniyle gözlerin içinde bir basınç artışı olabilir. Bu nedenle gözlerin açık kalma isteği artabilir ve gözlerin kapalı kalması zorlaşabilir.
- Baş dönmesi: Glokom belirtileri arasında baş dönmesi de olabilir. Bu, göz içindeki basıncın artışından kaynaklanabilir.
- Gözlerin kızarıklığı: Glokom nedeniyle gözlerde bir şişme olabilir ve gözlerin kızarıklığı görülebilir.
Glokom belirtileri farklı kişilerde farklı şekillerde ortaya çıkabilir ve bazen hiçbir belirti görülmeyebilir. Bu nedenle, gözlerinizin sık sık muayene edilmesi önemlidir ve glokom tanısı konulmadan önce mutlaka bir göz hekimine görünmelisiniz. Eğer glokom tedavisi olmanız gerektiğine karar verildiyse doktorunuz size en uygun tedavi seçeneğini önerecektir. Tedavinin seçimi, hastalığın ne kadar ilerlemiş olduğuna ve hangi belirtilere sahip olduğuna göre değişebilir.
Glokom (göz tansiyonu) tamamen iyileşir mi?
Glokomun tamamen iyileşmesi için hastalığın sebebinin belirlenmesi ve o sebebe yönelik bir tedavinin uygulanması gerekir. Ancak glokomun sebebi tam olarak bilinmemektedir ve bu nedenle tamamen iyileşme olasılığı hakkında net bir yargı yapılamaz. Bu nedenle glokomun belirtileri ve göz hasarı önleyici tedavilerle düzenli olarak kontrol altına alınması önemlidir. Bu tedaviler arasında göz içindeki sıvıyı düzenleyen ilaçlar ve göz içindeki sıvının düzenli olarak boşaltılmasını sağlayan cerrahi yöntemler yer alır. Bu tedaviler sayesinde göz içindeki basıncın düzenli olarak kontrol altına alınması ve görme kalitesinin korunması mümkün olabilir. Ancak, glokomun ilerleyici bir hastalık olduğu ve tekrarlama olasılığının yüksek olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle, glokomun tedavisi sürekli takip ve kontrol gerektirir.
Glokom tedavisinde kullanılan yöntemler?
- Göz damlası: Bu ilaçlar, göz içinde bulunan sıvının birikmesini azaltmayı ve göz basıncını düşürmeyi amaçlar.
- Lazer tedavisi: Bu yöntem, göz içinde bulunan sıvının drenajını düzene sokmayı amaçlar.
- Cerrahi: Bu yöntem, göz içinde bulunan sıvının drenajını düzene sokmak için göz içinde bir delik açılmasını amaçlar.
Sağlıklı bir yaşam için Denizli Odak Hastanesi Göz Polikliniğimize gelerek uzman doktorlarımıza muayene olabilirsiniz. Bilgi ve randevu için tıklayın.
Halluks Valgus Nedir, Ameliyatı Nasıl Olur?
Halluks valgus, ayak başparmağında bir deformasyon olarak tanımlanır. Bu deformasyonun nedeni olarak, ayak parmaklarının birbirlerine doğru dönmesi görülür. Deformasyonun neden olduğu şikayetler arasındadır. Parmağın çıkıntılı olması, ayak parmağının ağrısı ve yürüme zorluğu bu şikayetlere örnek gösterilebilir. Bu durum genetik geçişe sahip bir rahatsızlıktır ve kendinden sonraki kuşaklarda da görülebilir. Bu rahatsızlığa yakalanmamak için önü geniş ve sivri olmayan ayakkabılar tercih edilmelidir. Bu durum genellikle kadınlarda görülmesinin en büyük sebebi önü çok sivri ve dar ayakkabılar giymelerinden kaynaklıdır. Uzun saatler yanlış ayakkabı kullanımı bu rahatsızlığa yakalanma oranını oldukça artırır. Bunun yanı sıra obezite gibi faktörler de bu rahatsızlığın oluşumuna neden olabilir.
Halluk valgus belirtileri nelerdir?
Halluks valgus deformasyonu olan kişilerde genellikle şu belirtiler görülür:
- Ayak parmağının çıkıntılı olması: Halluks valgus deformasyonu nedeniyle ayak parmağı, ayak bileğine doğru döner ve çıkıntılı hale gelir.
- Ayak parmağı ağrısı: Halluks valgus deformasyonu nedeniyle ayak parmağının çıkıntılı olması ve doğru pozisyonunu kaybetmesi nedeniyle ayak parmağı ağrımaya başlayabilir.
- Yürüme zorluğu: Ayak parmağının çıkıntılı olması nedeniyle yürüme esnasında rahatsızlık hissi oluşabilir ve yürüme zorluğu yaşanabilir.
- Ayakkabı giymekte zorluk: Halluks valgus deformasyonu nedeniyle ayak parmağı çıkıntılı olduğu için standart ayakkabıları giymekte zorluk çekilebilir.
Halluks valgus deformasyonu olan bir kişide bu belirtilerin birkaçı veya hepsi görülebilir. Bu belirtiler giderilebilir veya azaltılabilir ancak mutlaka bir doktora başvurularak uygun tedavinin belirlenmesi gerekir.
Halluks valgus tanısı nasıl konulur?
Hastalığın tanısı genellikle fiziki muayene sonrasında koyulur. Ayak başparmağının oluşturduğu açı, teşhisi koyarken belirleyici bir etkendir. Bunun yanı sıra diğer parmakları etkileyen şekil bozuklukları da belirleyici bir özelliktir. Emin olmak için röntgen çekilerek ayak parmaklarında şekil bozukluklarının olup olmadığına ve hangi derecede bir bozukluk olduğunu belirler. Röntgen sonucunda ayak arasındaki açının 10 dereceye kadar olan bozukluklar normal kabul edilir. Parmaktaki açının derecesi arttıkça hastalığın şiddeti de artar. İleri düzeyde olmayan bozukluklarda halluks valgus ateli kullanılabilir. Tamamen düzeltilmesi mümkün olmasa bile gece boyu takılan atel parmağın doğru açıya gelmesini sağlar. Halluks valgus tedavisinde gündüz tedavi yöntemi de vardır. Bunlara parmak arası makarası denir. İki parmak arasına yerleştirilen silikon ile başparmağın doğru açıya gelmesi sağlanır. İleri düzeydeki hastalarda cerrahi tedavi yöntemi uygulanmaktadır. Ayak kemiği çıkıntısında erken teşhis çok önemli bir faktördür. Erken teşhis için Denizli Odak Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Polikliniği’nde halluks valgus tanı ve tedavileri uygulanıyor. Bilgi ve randevu için hastanemize başvurunuz.
Halluks Valgus ameliyatı nasıl olur?
Halluks valgus ameliyatı ileri şiddetli hastalarda yapılır. Zamanlaması hastanın kendi tercihine bağlıdır. Hasta daha 20’li yaşlarındaysa ve deformasyon derecesi çok yüksek değil ise ilerleyen evrelerde deformasyon diğer parmağa indiği zaman yapılabilir. Ameliyat kararı için en az deformasyon açısının 30 derece olması ve ikinci parmağı rahatsız etmeye başlaması gerekir. Hastanın görsel olarak rahatsızlık duymasına ve günlük hayatında yaşadığı ağrılara göre karar verilir. Ameliyat sonrası hastanın üç hafta kadar tarak kemiğine yük binmesini önleyecek bir ayakkabı kullanması istenir. Üç hafta sonra kişi daha geniş ayakkabılar giyebilir. Hastanın eski formuna dönme süresi ortalama iki aydır. Kişinin günlük hayatına dönme süresi günlük hayatında ayağını ne kadar kullandığıyla ilgilidir. Aynı zamanda yaptığı işe de bağlıdır. Masa başı çalışan birisi için işe dönme süresi 3. ve 4. haftadan itibaren başlar.
Sağlıklı bir yaşam için Denizli Odak Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Polikliniğimize gelerek uzman doktorlarımıza muayene olabilirsiniz. Bilgi ve randevu için tıklayın.